Bozkurt NET{ Bozkurt NET
  Tıklayın kayıtlı kullanıcı olun
Ana sayfa ::Hasabınız :: Forumlar :: Makaleler :: İndir :: İletişim :: KURALLAR
alt1 alt1 alt1
alt1 alt1
alt1
Atatürk
Başbug
Atsız´ın Mektupları
Bozkurt
Tarihte Türkler
Osmanlı Sultanları
3 Mayis
Türk İslam Ülküsü
Ülkücü Hareket
İslam
Türk Büyükleri
12 Eylül
Dokuz Işık
Kızıl Elma
Doğu Türkistan
Türk Dünyası
Şiirler ve Marşlar
Ülkücü Şehitler
Ülkücüye Mektuplar
Sorular ve Cevaplar
Komünizm
Videolar
Müzikler
Postakartı

alt1 alt1
alt1
 Haber :
 Haber Ekle
 Haber Arşivi
 Arama
 Konular
 Baskıya hazırla
 Üyeler :
 Hesabınız
 Günlük
 Üye Listesi
 Özel İletiler
 ICQ Servisi
 Servisler :
 Kur'an-ı Kerim Meali
 Resim Galerisi
 E-Kart
 Dosyalar
 Müzikli Postakartı
 Cep Melodileri
 İletişim :
 Forumlar
 Bozkurtlar 100
 Bize Ulaşın
 Bizi Önerin
 Dökümantasyon :
 Makaleler
 Fikir ve Tarih Dünyası
 Kısa Nükteler
 Şairler ve Şiirler
 İzlenimler
 Ansiklopedi
 Dosyalar
 Dosya Ekle
 Popüler
 İlk 10
 Bağlantılar
 

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1
AB'YE HAYIR

alt1 alt1
alt1
Makaleler
·Meluncanlar ve Biz
·Türk Tarihi ve Türk Adı
·Amerikan Genç Hristiyanlar Cemiyeti (Y.M.C.A.) ve Amerikan Kolejleri
·SEVR YASALARI MECLİS’TEN GEÇİRİLEREK TÜRKİYE YENİ BİR KURTULUŞ SAVAŞINA BAŞLAMAK MECBURİYETİNDE BIRAKILDI!
·ABD, Alenî Bir Düşman Haline Gelmiştir!
·Dedelerimiz Oğuzlar Çıkmış Yola Aral Kıyısından
·Avrupa Birliğine neden hayır.. Jeopolitik Yaklaşım
·Noel Üzerine
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -1-
·Siyasi Konjonktürde Irak Türkmenleri
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -2-
·Kıbrıs'ın Türkiyesiz AB üyeliği mümkün mü?
·Avrupa Birliği ve Kıbrıs Konusu
·Internet mi, İnternet mi?
·DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK (Gaspıralı ve Türkistan)
·İSMAİL GASPIRALI'NIN FİKİRLERİ
·Türkler ve İslamiyet
·Alparslan Türkeş'in Din Anlayışı ve İslama Bakışı
·Gök Tanrı
·Şamanizm Meselesi
·Ruhban Okulu neden açılmamalı?
·Ruhban Okulu
·Çanakkale Savaşları
·Türk Kültüründe Nevruz ve Milli Birlik-Beraberlik
· Sovyetler Birliği’nin Çöküşü ve Yeni Rusya Çeçen Mücadelesi
·Türkçenin Anadil Olarak Dünyadaki Yeri
·Masonların Kirli İşleri
·Gümrük birliği mi; sömürge antlaşması mı?
·17 Ağustos 1999 Depremi ve gizlenen gerçekler

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1
Bozkurt NET :: Başlığı Görüntüle - çok vahim bir gelişme..
  Link 1Ana sayfa | Link 2
Arama       


Bozkurt NET
Bozkurtların Yuvası
 

Forumlar Gruplar Gruplar Hesap Aç Oturum Aç  

  

Yeni Başlık Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa)
« Önceki başlık :: Sonraki başlık »  
Yazar İleti
kaganos
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Jan 02, 2005
İletiler: 1034
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Cum Eyl 30, 2005 10:46 pm    ileti konusu: çok vahim bir gelişme.. Alıntıyla Cevap Gönder

Değerli kardeşlerim,
Az önce www.objektifhaber.com sitesinde gazeteci sayın saygı öztürk'ün bir haberini okudum...
Haber çok vahim...
3 ekimde müzakereler başladı diyelim...isteneceklerden biri de ne biliyormusunuz...
Güneydoğuda görev yapmış komutanların mahkemelerde yargılanması....
Komutanlar şimdiden kara kara düşünüyorlarmış....
Bunun ne vahim sonuçlar doğuracağını düşünebiliyormusunuz..
Beklki de ilerde albayından ,generalinden emir alan terörist peşinden gitmesi gereken binbaşı -yüzbaşı-teğmen -astsubay...
Sıkıysa sen git diye cevap verecek....
Yazıklar OLsun ! bir ülke bu kadar aciz...bu kadar kötü durumlara düşürülemezdi...
Eeee be kardeşim.. madem bunlar olacaktı...neden o kadar evladımızı şehit ettiniz...
Ettiniz.. diyorum çünkü bu tür yasalar çıkarsa eğer ...bu kadar şehitten ben devleti sorumlu tutarım...
Haberi daha ayrıntılı okumak isteyenler ...haber sitesini ziyaret edebilirler....
Saygılarımla.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
I_Canpolat
Yeni Üye
Yeni Üye



Kayıt: Sep 30, 2005
İletiler: 32
Şehir: Türkiye

İletiTarih: Cum Eyl 30, 2005 11:01 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Kardesim öncelilkle bu haberi buldugun icin sagol.Ben de haberi okudum ve cirkin bir davranis bicimi oldugunu karar verdim.Ben okudum diger arkadaslarimizin da okumasinda yarar var.Onun icin bu yaziyi yayinliyorum.

SIRA, “KOMUTANLARI YARGILAYACAĞIZ”A GELİYOR SAYGI ÖZTÜRK

30 Eylül 2005, 10:51










Avrupa Parlamentosunun Türkiye kararında “Ermeni soykırımı”nın tanınması üyelik için koşullar arasında sayıldı. Bunun arkasından Kıbrıs’tan Türk askerinin çekilmesi, yeni baskılar derken asıl bir bomba daha gelecek. Güneydoğu’da terörle mücadelede görev alan komutanların Savaş Suçluları Mahkemesinde yargılanmaları istenecek.



Güneydoğu’da PKK terörünün en azgın döneminde, insanların sokağa çıkamadığı, "ver kurtul" denildiği günlerde mücadele edenlerin bir kısmı şehit oldu. Generalinden albayına, albayından erine kadar Türkiye’nin dört bir yanına şehitler gönderildi. Gaziler, arkadaşlarını o günlerde yalnız bıraktıkları için üzülüyordu.



O zor dönemlerde görev yapanların bazıları bugün köşelerine çekilmiş durumda ülkemizdeki gelişmeleri izliyor. Gelinen noktayı görünce kimisi "boşa çalışmışız. Her şey boşmuş" diyor. Hizmetlerinden dolayı pişmanlık duyanların sayısı insanı ürkütüyor. PKK’nın siyasi kanadını oluşturanlara, devlet katlarında gösterilen ilgi onları kahrediyor. PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ın da yakın bir gelecekte tahliye edileceğine inanıyorlar.



“KOMUTANLARIN YARGILANMASINI İSTİYORLAR”

Belki bu yüzden olacak, PKK’lılar için “Topluma Kazandırma Yasası” çıkarıldığı günlerde, bir komutan, “göreceksiniz, ilerde başımız beladan kurtulmayacak, mücadele ettiğimiz için kendimizi mahkemelerde bulacağız. PKK’lıların, bazı itirafçıların açıklamaları sonucu kimimiz Türkiye’de, kimimiz uluslararası mahkemelerde yargılanacağız. O yüzden bir ‘Pişmanlık Yasası’ da Güneydoğu’da terörle mücadele edenler için çıkarılmalı” demişti. Gelinen nokta, komutanın bu sözlerinde haklı olduğunu ortaya koymaya başladı..



Brüksel’de, Avrupa Birliği ülkelerinde son dönemlerde PKK ve yandaşlarının sürdürdüğü yoğun çabalardan birisi de, Güneydoğu’da terörle mücadele etmiş komutanları “savaş suçlusu” olarak yargı önüne çıkartmak. Bunun için Hırvatistan örneğini veriyorlar, “savaş suçlusu” olarak nitelendirilen komutanların teslim edilip yargılanmasını sağlayana kadar Hırvatistan’la AB’ne giriş görüşmelerinin yapılmama kararını anımsatıyorlar.



PKK’nın yurtdışındaki yayın organlarında bu konu son dönemlerde sıkça yazılıyor. 3 Ekim’de görüşmeler başlasa bile Güneydoğu’da görev yapmış komutanların yargılanması konusu ileri aşamada da Türkiye’nin karşısına çıkarılacak. PKK ve yandaşlarına akıl veren yabancılar, bunun takipçiliğini yapıyor, PKK’nın yayın organlarında konu canlı tutuluyor.



Komutanların “er ya da geç Savaş Suçluları Mahkemesinde yargılanacakları” tehditleri devam ediyor. Bunun gerçekleştirilmesi için sonuna kadar mücadele edileceği belirtiliyor. Bugün “soykırım”ı kabul etmemizi isteyenlerin, yarın Türk Silahlı Kuvvetlerinde önemli görevlerde bulunmuş, ya da halen bu görevlerde bulunanları “savaş suçlusu” diye yargılatma girişimleri olursa bunun yadırganmaması gerekir. İşte, askerimizi yıpratmaya, terörle mücadele edenlerin şevkini kırmaya dönük bu oyunlara karşı dikkatli olunmalı, böyle talepler karşısında Türkiye gereken sertlikte cevabını da vermelidir.



KOMUTANLARI SIKINTILI GÜNLER BEKLİYOR

Yalnız Avrupa Parlamentosu’ndan değil, benzer sözleri ne yazık ki Türkiye’de de duyuyoruz. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Osmanlı’nın Son Döneminde Ermeniler” konulu konferansta da bu konuların gündeme getirildiğini, o zaman Ermenilere, son dönemde ise Kürtlere baskı uygulayanların cezasını çekmesi isteniyor.



Bu konuşmalarla, Güneydoğu’da terörle mücadele eden komutanların suç işlediği anlatılıyor. Bugün önemli görevlerde bulunan komutanların önemli bir bölümü Güneydoğu illerimizde görev yaptı, terörle mücadelede ön saflarda yer aldı. Terörle mücadelede gösterdikleri başarıları nedeniyle komutanlar ödüllendirildi.



Avrupa Birliği, Hırvatistan’da eski komutanların teslim edilip yargılanmasını görüşmelerin başlaması için ön koşul olarak ortaya koyuyorsa, Türkiye’ye de bazı dayatmalar getiriyor. “Soykırım”ın kabul edilmesi, Kıbrıs’tan asker çekilmesi, Orhan Pamuk’un yargılanmaması da bunlar arasında yer alıyor.



Şimdi, PKK ve onlarla işbirliği yapanların tüm çabası, Hırvatistan’de olduğu gibi Türk komutanların yargılanabilmesi için Türkiye’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsünün onaylanmasını sağlamak. Bunun için kampanya yürütülüyor. Sonuç alınır mı bilemem, dilemem ama bu kampanyalar sonuç verecek olursa yargılanacakların isim listeleri de gelecektir.



ASKER, ÖNCE SİYASİLERİN KONUŞMASINI BEKLİYOR

İsviçre’de yapılan bilimsel toplantıda “Ermenilere soykırım uygulanmamıştır” diyen Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu hakkında, uluslararası yakalama ve tevkif müzekkeresi niteliğinde “düfizyon” çıkartılıyor. Lozan’da “soykırım bir yalandır” diyen İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, kendisini savcı karşısında buluyor.



Avrupa Birliği, bu yapılanları görmüyor ama, bilimsel bir veriye dayanmadan “Türkler 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürdü katletti” açıklamalarını yapan Orhan Pamuk hakkında dava açıldığı için Türkiye’ye baskı uyguluyor. İsviçre, ülkesinde “Soykırım yapılmadı” diyen yabancı bir bilim adamına niçin böyle dediği için soruşturma açacak, Türkiye’de “soykırım yapıldı” diyen vatandaşına dava açtığı zaman da buna müdahale edecek. Türkiye’yi ne günlere getirdiler…



Türkiye’ye baskı üzerine baskı uygulayan Avrupa Birliği, artık ülkemizin onuruyla oynuyor. Atatürk fotoğrafının duvarlardan indirilmesini neredeyse görüşmelerin başlaması için şart koşmaya başladılar. Hak ettikleri cevabı siyasiler vermesi gerekirken, onlardan ses çıkmadığı için askerler veriyor.



Konuştuğum komutanlar, “siyasilerin gerekli cevabı vermesini bekliyoruz. Sesimizi çıkartmıyoruz. Ancak hak edenlere o cevap verilmeyince askerler tepkisini ortaya koyuyor ve gereken cevabı veriyor. Atatürk konusunda ki açıklamalara da siyasilerin bir tepkisi olmadı. Günler sonra askerler bu konuda söyleyeceklerini söyledi” dediler.



AİHM’DE YARGILANAN İLK KOMUTAN

Bolu Komando Tugayı, askerler arasında bir efsanedir. O tugayın, terörün yoğun olduğu dönemde zirvesine çıkmadığı dağ, girmediği mağara kalmamıştı. Bir gün burada, diğer gün Güneydoğu’nun başka bir bölgesindeydi. Güneydoğu’ya sıkça gidip gelen gazeteciler, bu tugayın izini bulmakta hayli zorlanırdı.



İşte bu ünlü tugayın ünlü komutanı emekli Tümgeneral Yavuz Ertürk, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) yargılanan ilk komutan oldu. Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde meydana gelen bir olay nedeniyle AİHM’ne şikayet edilen Tümgeneral Yavuz Ertürk yargılandı. 57 tanık dinlendi. Yavuz Ertürk bu davadan beraat ettiği gibi, mahkeme heyetinin sorularına net ve doğru cevap verdiği için de kendisine teşekkür edilmiş. Mahkemenin o kararına ulaşabilirsek orada yazılanları da sizlerle paylaşacağız.



KİMLER GÖREV YAPMADI Kİ

PKK ve yandaşlarının amacı askerlerimizi yabancı bir ülkede mahkeme karşısına çıkartmak. Güneydoğu’da teröre karşı mücadele verdikleri için hnedef seçiliyorlar. . Bu yargılamanın yalnız AİHM’de değil, Savaş Suçları Mahkemesi’nde yapılmasının peşindeler.



Eğer, bu çabalarında başarılı olurlarsa, Türkiye’de yargılanmayacak komutan kalmaz. Güneydoğu’da PKK terörüne karşı mücadele vermiş, üstün hizmetleri nedeniyle madalyalarla ödüllendirilmiş komutanlardan bugün bazılarının hangi görevlerde olduğuna bakalım:



- Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, daha önce Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı görevinde bulundu.

- Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, daha önce 7. Kolordu Komutanlığı yaptı.

- Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri, Jandarma Asayiş Komutanlığı görevinde bulundu.

- Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, Güneydoğu’da görev yapan Kayseri Komando Tugayı Komutanlığı’nı yaptı.

- 1’nci Ordu Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, Asayiş Komutan Yardımcılı görevinde bulundu.

- 2’inci Ordu Komutanı Orgeneral Şükrü Sarıışık, Güneydoğu’da görev yapan Bolu Komando Tugayı Komutanlığında da bulundu.

- Ege Ordu Komutanı Orgeneral Fethi Tuncel, Şırnak 21. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı yaptı.

- Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay Başkanı Korgeneral Mehmet Çavdaroğlu, Diyarbakır Bölge Komutanlığı görevini gerçekleştirmişti.





Bu değerli komutanlar ilk anda aklımıza gelenler. Benzer görevlerde bulunmuş, terörle mücadelede yer almış daha nice komutanlar var. Avrupa Parlamentosu’nda “Ermeni soykırımını kabul edin”le başlayan bitmek bilmeyen talepler, yarın komutanlarımızı “savaş suçlusu olarak yargılama” isteğine dönüşürse buna da şaşırmamak gerekiyor.



İşte, bu ve benzer isteklere karşı ilgili makamların gereken tepkiyi anında göstermemesi, istekleri dallandırıp-budaklandıracak, değerli komutanlar yıpratılmaya çalışılacaktır. Aman bu oyunlara dikkat...



MHP’NİN ANKARA MİTİNGİ 2 EKİM’DE

MHP yönetiminin büyük önem verdiği “Başkent Ankara” mitingi 2 Ekim’de Ankara-Tandoğan meydanında gerçekleştirilecek. Dünkü yazımın bir bölümünde miting tarihini yanlışlıkla 3 Ekim olarak yer aldı. Bu yanlışlıktan dolayı okurlarımızdan özür diliyorum.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
kurtoglu1919
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 03, 2004
İletiler: 940
Şehir: AVUSTURYA/VIYANA

İletiTarih: Cum Eyl 30, 2005 11:19 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

ÜLKÜDASLARIM

BIR HABER DE BENDEN DAHA YENI BULDUM !!!





Son Güncelleme 16:00
30.09.2005
’Kürdistan milli futbol takımı’ Güney Kore’de


İhsan DÖRTKARDEŞ, (DHA)

Kürdistan Hava Yolları, Avrupa seferlerini artırmayı hedeflerken, ’Kürdistan milli futbol takımı’ maç için Güney Kore'ye gitti.


Türkiye'nin hava sahasını kullanmasına yasak koyduğu Kurdistan Airlines (Kürdistan Hava Yolları) Almanya’nın Frankfurt kenti ile başlattığı Avrupa seferlerini, yeni uçuş noktaları ile artırmayı hedefliyor.

Bu çerçevede İsveç’in başkenti Stockholm’e uçmaya başlayacak olan Kürdistan Hava Yolları’nın sonraki hedeflerinin Londra (İngiltere) ve Amsterdam (Hollanda) olduğu bildiriliyor.

Ekim ayından itibaren haftada 2 gün başlanacağı açıklanan Frankfurt-Erbil uluslararası uçak seferlerine geçtiğimiz günlerde İsveç’in Stockholm kentinin de dahil edileceğini açıklayan Erbil’deki yerel Kürdistan hükümeti Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri, son yapılan anlaşmalar ile Amsterdam ve Londra’nın Kürdistan Hava Yolları uçakları için yeni kalkış yerleri olarak belirlendiğini ve gerekli anlaşmaların yapıldığını açıkladı.

Türkiye üzerinden ve İstanbul-Erbil arasında ’Kürdistan Hava Yolları’ uçak seferlerinin yapılması için gerekli çalışmaların sürdürüldüğü bildirilirken, Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin yayın organı konumundaki Peyamner isimli internet sitesine konuşan bir Kürt yetkili bu konuya ilişkin resmi bir açıklamanın şimdi yapılmasının uygun olmadığını gerekçe göstererek bilgi vermekten kaçındı.

ABD VE DİĞER KENTLER SIRADA

Yakın bir süreçte ABD ve Avrupa’nın diğer bölgelerinede Kürdistan Hava Yolları uçak seferlerinin yapılacağını açıklayan Kuzey Irak’taki Kürdistan Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri, Kürtlerin yaşadığı her bölgeye-ülkeye ulaşmayı amaçladıklarını belirtti.

Söz konusu yeni havalimanlarına yapılacak olan uçak seferlerinin gerekli teknik altyapı tamamlandıktan sonra, deneme seferlerine gelecek olan talebe göre, haftalık uçak sefer tarifelerinin açıklanacağını belirten yerel yetkililer, Kürdistan Hava Yolları uçaklarının Avrupa’dan Yunanistan ve Akdeniz üzerinden Suriye hava sahasını kullanarak Kuzey Irak’taki Erbil kentine ineceğini belirtti.

Geçtiğimiz aylarda ilk resmi uluslararası uçuşunu Dubai’e yapan Kürdistan Hava Yolları daha sonra Avrupa’da ilk seferini Almanya’nın Frankfurt kentinden yapmaya başlamıştı.

’KÜRDİSTAN MİLLİ TAKIMI’ KORE’DE

Öte yandan ’Kürdistan milli futbol takımı’ Güney Kore milli takımı ile bir dostluk maçı oynamak üzere bu ülkeye gitti. İki taraf arasında yapılacak dostluk maçı için Kürdistan futbol takımı dün Erbil üzerinden Güney Kore’ye hareket etti. Futbolcuların Güney Kore Savunma Bakanlığı’nın davetiyle bu ülkeye gittiği, bunun ’Kürdistan milli takımına’ yabancı bir ülkeden yapılan ilk davet özelliği taşıdığı belirtildi. Kürdistan milli takımı bu ülkede 10 gün boyunca kalacak ve bu süre için
Yorum Sayısı: 3 / 42 Yorumlarınızı Yazınız diğer yorumlar >>>





Diğer Dünya Haberleri

Rum’a barış dersi
Görmeden gitmeyiz
Türkiye’ye sürekli denetleme lazım
Müzakere belgesi son dakikaya kaldı
İmtiyazlı ortaklık önerisi ‘Şerefsizlik’tir
Soykırımı Divan reddetmişti
Cherie’nin 40 yıl önce öpüştüğü genci buldular
Akıl hastalarına ‘işkence’ iddiası
İlk kadın başkan!


En Beğendiğiniz 10 Haber
Lütfen bu haberi değerlendiriniz...
Beğenmedim 1 | 2 | 3 | 4 | 5 Beğendim



Fırsat Ürünleri Bu bir reklamdır.





NOKIA N90
Film Çekimini Sihire Dönüştürün,Eğlencenizi İkiye Katlayın !!
Bonus Card'la Peşin Fiyatına 12 Taksit İmkanı !!






HAVA TAHMİNLİ BAROMETRELİ-HİGRO-TERMO SAAT
TIKLAYIN, BU FIRSATI KAÇIRMAYIN !
Üstelik BonusCard'a vade farksız 4 veya 6 taksit de iki dostluk maçına katılacak.





arkadaşıma yolla arşivime ekle yazıcı için




Yorum Sayısı: 3 / 42 Yorumlarınızı Yazınız diğer yorumlar >>>


musa erdil 30.09.2005 - 14:45
vay anasına be kürdistan ha yazıklar olsun bize amerikadan ödümüz kopuyor hey gidi atatürk gelde arama atamızı.



alper pala 30.09.2005 - 14:38
Bir ara Fenerbahce futbol takimi kotu giderken taraftari protesto ediyordu; "90 yillik efsane rezil oldu sizinle!" diye... Ben de bizi bu hale dusuren yoneticilere sunu soylemek istiyorum bir Turk olarak: "3000 yillik efsane, rezil oldu sizinle!!!!!"



ali er 30.09.2005 - 14:05
Hani? Şu meşhur bir kımızı çizgimiz vardı? Ne oldu? Merak ediyoruz?

imkanıyla !



KAYNAK HÜRRIYET
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
kurtoglu1919
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 03, 2004
İletiler: 940
Şehir: AVUSTURYA/VIYANA

İletiTarih: Cmt Ekm 01, 2005 12:33 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Rapor 29 Eylül 2005






Manipule Edilen Siyaset D

A

Manipule Edilen Bürokrasi = R

B

Manipule Edilen Millet E




29 Eylül 2005







“DARBE”lerin Gölgesinde

Bir “DEMOKRASİ” mi,





“DEMOKRASİ TACİRİ

USTA DEMOGOGLAR”ın

Dezenformasyonunda

Bir “DARBELER TARİHİ” mi?








Ah Şu “DARBE”ler!




Atalarımız “Söyleyene değil söyletene bak!” demişler...

Tabi bu söz, “kutsal olanın kendini açık ediş biçimiyle ilintili bir söylem” olmakla birlikte; aynı mantığı “neden - etki zinciri” bağlamında bir çok noktaya indirgemek de mümkün...

İşte bu kilit noktada, “kilit bir iki soru”!

· Ortaya çıkan herhangi bir edimin asıl mesulü, o edimi gerçekleştiren midir, yoksa kişiyi o edimi gerçekleştirmeye iten ya da mecbur bırakan kişi ya da koşullar mıdır?

· “Milli menfaatler” açısından uygulanması “zaruret” halini almış bir yöntemin “hatalı ya da eksik uygulamalar”dan ötürü “yanlış” damgası yiyerek karalanması mı daha doğrudur, yoksa o günün ya da bugünün (!) zaruretleri ile sözkonusu yöntem arasındaki bağıntının “gerçekçi” bir bakış açısıyla ele alınması mı?

· Tıpkı “Güllerle çiçeklerle devrim olmaz!” diyenlerin söylemlerindeki gibi “can yakıcı olmak zorunda olan bir metod”u uygulamak durumunda kalanlar “kurt”lukla itham ediliyorlarsa; “kurtu yermek” mi daha uygundur, yoksa “kuzuyu çalarak senaryonun asıl belirleyicisi olan hırsızı deşifre etmek” mi?

Felsefe yapmaya başlamak çoğu zaman sıkıcı ve yersiz bulunabilir lakin; “Memleket hiçbir şeyden çekmedi şu darbelerden çektiği kadar!” diyerek “dikensiz gül bahçesi sanılan demokrasi parkı”nda turlamaya çıkanlar birilerini “ihtilalcilik ve demokrasi düşmanlığı”yla suçlayıp yer yer timsah gözyaşlarıyla karışık siyasal hıçkırıklar eşliğinde “Darbelerin Gölgesinde Bir Demokrasi!” edebiyatına sarılıyorlarsa; bu kadarcık felsefe de artık farz olmuş demektir!

Dolayısıyla SESAR olarak açmayı uygun gördüğümüz bu darbe dosyasıyla; “realizmin serin suları”ndan bir hayli uzağa düşen hayalle karışık ihanet aleminde “demokrasi çığırtkanlığı” yaparak, “Türkiye’nin sabotaj operasyonuna seyirci kalmamak adına hiç de keyfi olmayan sıcak adımlar atmak durumunda kalanlar”ı lekelemeye çalışanların pek işlerine gelmediği işin kaçındıkları zihni egzersizleri, “onlar” ile “kendi milli erklerine yabancılaştırılıp soğutulmaya çalışılan kitleler” adına yapmaya çalışacağız.

MHP ile başladığımız Siyasi Kritik Serisi’nin akabinde, sahip oldukları kör bakış açısı ile SESAR’ı “MHP’lilerce yönlendirilen bir düşünce kuruluşu” sıfatıyla niteleyen “siyasal dahiler”in (!) şimdi de SESAR’ı “ihtilalcilik” ya da “darbe sempatizanlığı” ile itham etmeleri ise mevcut kurgu üzerinden gayet doğal bir sonuç; artık “duygu ya da hayal merkezli bir siyaset anlayışı”nın yerini “stratejik mantıkla hareket ederek minimum zararı hedefleyen bir siyasal paradigma”nın alması gerektiği gerçeği açısından ise ne yazık ki “klasik bir trajedi” olacaktır...



Saygıyla...

SESAR



***





Bir “Ordu – Millet”in Tarihi Genetiği


İnancından yetişme tarzına, bağımsızlık serüveninden kendini ifade ediş biçimine kadar bir çok noktada “ordu geleneği” adeta tabiatı haline gelmiş bir millet için “askeri güç”ün önemi, şüphesiz tartışmasız bir noktadır!

“Asker ocağı”nı “peygamber ocağı” olarak niteleyen Türk Devleti’nin evlatları nihayetinde bir “ordu-millet”in mensuplarıdır ve “asker”, bu tebaanın gözünde bir “istiklal sancağı”dır!

Ayrıca bugünkü varlığını “siyasetçiler”e değil, vatanın birliği ve bütünlüğünü her değerin üstünde tutan “asker”ine borçlu olan halkın bu bakış açısından daha doğal ve hakkaniyetli bir şey de olamaz!

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1937’de söylediği şu söz ise bu doğal hakkın en net ifadelerinden birisidir;

“Ordumuz, Türk Toprakları’nın ve Türkiye İdeali’ni tahakkuk ettirmek için sarf ettiğimiz çalışmaların yenilmesi imkansız teminatıdır!”


***



Ne var ki “Ordu-siyaset ilişkisi”, yani bu kutsal kurumun yönetsel bir ağ olan siyasete dahli “demokratik yaşantının sağlıklı devamı” noktasında her daim “problematik” bir husus olarak görülmüş ve siyasete bulaşan, daha doğrusu bulaşmak durumunda kalan asker sürekli lanetlenmiştir.

Ayrıca bu noktada, esasen bir ilim olması gereken “siyaset”in, “Batı’nın ve düşmanlarının askerle yapamadığını diplomasi ile yapma sanatı” haline getirilmeye çalışıldığının altını çizmek de yerinde olacaktır...

Kısacası en net ifadeyle; susunca “Neden susuyor?”, hareket edince de “Neden sisteme müdahale ediyor?” diye çıkışılarak hangi noktada duracağı hususunda bir türlü mutabakata varılamayan “askerin yönetsel düzlem üzerindeki konumu”, klasik bir tartışma konusudur.

Ancak bugün bu noktada, “ülkenin bölünmez bütünlüğünü ve milli güvenliğini gözetmek” görevi ile vazifelendirilenler bu yükümlülüğü layıkıyla yerine getirmek şöyle dursun, tüm sorumluluk duygularını ve yasal yükümlülüklerini yitirmişlerken; “demokrasi” denilen “siyaset merkezli” ve asistematize olmuş sistematik yapının hangi mecraya doğru akacağı sualini sormak kaçınılmazdır!

Aslında bu suali sormaktan öte atılması gereken en pratik adım; “1960’tan bu yana yapılan tüm askeri darbeleri yapılmamış farzederek ortaya çıkması muhtemel olan siyasi resmi netleştirmeye çalışmak” olacaktır...






“Demokratlık”la “Demogogluk” Karışırsa



“Mantık” Nereye Düşer,



“Ülke” Nereye?



12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nin 25., 1960 İhtilali sonrasında idam edilen Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın ölümlerinin ise 44. yıldönümünü geride bıraktığımız son dönem içinde “demokrasi şövalyeliği”ne soyunarak, yapılan askeri müdahaleler “toz duman olmuş ortamı durultmak” için değil de, paşaların keyfi kararlarından ötürü yapılmışçasına bir tavır takınanların “darbe” üzerine yarattıkları kamuoyu; ülkede zaman zaman netleşip zaman zaman gözden kaybolan “demokratlar - darbeciler” eksenindeki safları da sıklaştırdı!

Tabi aslında böyle bir saflaşma yok ortada! Zira varmış gibi gösterilmeye çalışılan “suni saflaşma”nın tek tarafı var, o da yerli yersiz konuşan sözde demokrasi sevdalıları!

Ancak bu “sözde demokrasi sevdalıları”nın büyük kısmı, geçmişte olduğu gibi şimdi de “demokrasi”yi kendi amaçlarını kamufle etmede etkili bir malzeme, bir “örtünme aracı” olarak kullanıp; salt lafazanlığını yaptıkları “rejim”de hatırı sayılır delikler açmayı fena halde adet edinmiş durumdalar!

Ne var ki, profesyonel söylemler eşliğinde zemine uyarak kamufle olmak noktasında en az bukalemunlar kadar başarılı olan bu kesim görüntü dışı kalınca; ortada tek bir taraf kalıyor; o da askeri müdehaleyi gerçekleştirenler ve onların destekçileri!

Derken dillere dolanıyor bir “demokrasi şarkısı” ve “Vurun bakalım!” deniyor can sıkıntısından (!) darbe yapan askeri tayfaya!

Sonuçta en iyi kamuflaj malzemesi; sürekli tekrarlanarak pekiştirme düzeyi arttırılan bir “demogoji”dir. Demogojiyi “demokrasi” gibi kimsenin hayır diyemeyeceği cicili bicili bir kavram üzerinden yapmak ise; başarısı ABD ve Soros gibi ünlü “demokrasi kahramanları”nca (!) tescillenmiş son derece “akıllıca” bir yöntemdir!

Dolayısıyla ülkeyi, “etnik ve dini bölücülük”, “terörizm” neviinden türlü “anarşi olayları” gibi ortalığa “bilinçli” olarak saçılmış “sosyal dinamitler”den kurtarmak adına zemini temizlemenin başka bir çaresini bulamayanlar “suçlu”, “özgürlük karşıtı”, “ihtilalci” ve “faşo”; o karambol ortamından maksimum derecede istifade edebilmek adına oltalarını piyasaya salan yabancı istihbarat servisleriyle can ciğer kuzu sarması olup “Ülkenin geleceği adına özgürce siyaset yapmak zorundayız!” plağı çalanlar ise “demokrasi kahramanı”dır..(!)

Sonuçta “ülkenin geleceği adına” söyleminin arkasına saklanan Sevr Tüccarları’nın bu geleneksel açılımı, Türk Siyasi Hayatı’nın tarihten bu yana sürükleyegeldiği en bayat ancak işlevsel numaradır.

İşte değişmeyen oyun ve değişmeyen kitle! Ve işte bilmesi gereken birçoğunun bildiği ancak temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp siyasi vizyona dahil edilmesinin bir türlü önüne geçilemeyen klasik senaryo…





“Günah Keçisi” Öldürülürse

“Günah” Ortadan Kalkar mı?



Bu mevcut kurgudan sıyrılıp, sürekli “Ah şu darbeler olmasaydı, bak o zaman nasıl olurduk!” diyen mevcut kitlenin yakınmalarına kulak verilerek yapılmış tüm askeri müdahaleler gerçekleşmemiş kabul edilip ortaya çıkacak olası resime biraz netlik kazandırılırsa acaba siyasi seyire neler düşer?

Bakalım o zaman “demokrasi” ve “demokratlık” gibi sürekli aşındırılmak suretiyle araçlaştırılan siyasi değerlerin “demogoji”ye dönüştürülerek mutasyona uğratılmış hali; açığa çıkan trajik tabloyu kapatmaya, mevcut tehditlerin bertaraf edilmesi noktasında mantıksal bir çözüm getirmeye ve temellerine yerleştirilmiş “dini, etnik ve akademik tezgahlar gibi etkili sosyal dinamitler” vasıtasıyla tam anlamıyla kuşatılmış ülkeyi düzlüğe çıkarmaya yetecek mi?





Yıl: 1960



Ne Darbesi..!



DP Yola Devam Ediyor...



Acaba, 1946’da “Dörtlü Takrir”den doğan adımla Türk Siyasi Hayatı’na giren ve 1925 ile 1930’daki başarısız denemelerin akabinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni “çok partili hayat”a dahil etmede bir mihenk taşı olan Demokrat Parti’nin “14 Mayıs Sürprizi” ile başlayan on yıllık iktidar süreci içinde çizilen siyasi profil genel olarak değerlendirilecek olursa; ortaya nasıl bir siyasi bilanço ve toplumsal fotoğraf çıkar?

Ortaya çıkacak tablonun genel hatlarını şu şekilde özetlemek mümkün olsa gerek…

· Köylü, çiftçi, esnaf gibi toplumsal düzlemde daima kendini ifade etme güçlüğü çekmiş bir kesimi kucaklayıcı anahtar söylemler aracılığıyla sahaya giren ve en kıymetli varlığı inancı olan bu geniş kitleyi “Ezan-ı Muhammedi”nin getirilmesi gibi dini özgürlükleri genişleten kilit adımlar üzerinden etkileyen güçlü bir hükümetin, başarı grafiğini yükselten bir sürece paralel gitgide çözülmesi ve “popülist söylemler eşliğindeki süslü demokrasi masalı”nın bir “oligarşik kabus”a dönüşmesi.

· 1952’de NATO’ya girişle iyice belirginleşen Batı’ya dönük dış politik çizginin “komünizmle savaş” mantığı üzerinden abartılarak “Türkiye’yi küçük Amerika haline getireceğiz!” gibi başta “kültür emperyalizmi” olmak üzere birçok “sömürü” hareketine zemin hazırlayacak “tehlikeli” bir söyleme ve yine “emperyalizm”e açık çek veren bir ithalat ve tüketim çılgınlığına dönüşmesi.

· “Serbest rekabet”in kısa zaman içinde hızlı bir ekonomik büyüme yakalayacağını düşünen ancak bu anlayışın bütün ülkeden çok küçük grupların yararına olduğunu fark ederek ekonomik özgürlüğü kısıtlayan önlemler almak zorunda kalan bir hükümetin, “liberalizm” ile “devletçilik”i sağlıklı bir senteze eriştiremediği için kendi destekçi kitlesini de yitirerek dağılma sürecine girişi.

· Girilen “ekonomik çıkmaz” sonrası Milli Koruma Kanunu’na başvurmak zorunda kalan ancak daha sonra Amerikalı Finans Çevreleri’nin tavsiyesi üzerine 1958’de “Laissez faire İlkeleri”ne geri dönen bir hükümetin, ülkeye “1958 mali iflası – büyük devalüasyon – 4 Ağustos Kararları” halkalarıyla ilerleyen bir çöküş sürecini yaşatması.

· Karaborsacılık ve açlık seviyesinde yaşanan bir “ekonomik buhran”ın süratle bir “iç savaş ortamı”na dönüşmesi ve ülkenin, Türkiye’nin içini boşaltmak ve Sevr’i realize etmek yönündeki “tarihi gaye” ile hareket eden yabancı istihbarat servislerinin cirit attığı bir “avlanma sahası” haline gelmesi.

· Ve giderek kararan bir ülke fotoğrafına paralel, CHP de gelse düzelmeyecek olan siyasal uçurumun, “CHP’nin tek parti yönetimi” yerine “DP’nin tek parti yönetimi” şekline dönüştürülmesi çalışmaları...



On yıllık DP İktidarı sonrasında Türkiye’nin içine düştüğü tarihi resimi iki kelime ile bu şekilde özetler ve görevi, “ülkenin istikbal ve güvenliği”nden başka bir şey olmayan “asker”in 27 Mayıs 1960 İhtilali’ni gerçekleştirmediğini kabul edersek; acaba bu resmin sonu nereye varacak ve o kraldan çok kralcıların tekeline aldığı “demokrasi serüveni” hangi mecraya akacaktır?

Bu soruya, “Ülkenin içine girdiği kalkınma hamlesinden rahatsızlık duyularak darbe yoluna gidildi.” şeklinde otomat bir yanıt verenlere yapılabilecek en iyi tavsiye ise; şüphesiz, ya sözünü ettikleri “kalkınma”nın sözlük anlamına bir daha bakmaları ya da o dönemin siyasi bilançosunu tabulaştırmadan ve öznelleştirmeksizin bir kez daha irdelemeleri olacaktır.





CHP’nin Tek Partisi Yerine


DP’nin Tek Partisi!



Herşeyden önce, İsmet Paşa’nın “Tek parti, tek şef, tek millet!” sloganıyla özetlenen siyaset tarzıyla halkta “yılgınlık” yaratan politikalar takip eden CHP’nin oluşturduğu bu negatif ortamı bir avantaja çevirerek 14 Mayıs 1950 Genel Seçimleri’nde tarihi bir başarıya imza atan Demokrat Parti; bir avantaja çevirdiği bu hatayı yineleyen, hatta daha da abartan bir siyasi oluşum olmuştur.

Zira CHP, İstiklal Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı gibi iki önemli savaş arasında preslenmiş sorunlu bir dönemle başetmeye çalışırken o an için belki de bir lüks olan “katılımcı demokrasi”yi geri plana iterek en acil adımları atmaya yönelmiş olabilir lakin DP’nin süreç içinde bir “siyasi özgüven”den “rahatlık”a ve hatta bir “önemsemezlik”e dönüşen “siyasi ukalalık”ı mantıksal bir gerekçe ile temellendirilemez!

Adnan Menderes’in “Odunu aday göstersem milletvekili olur!”, “Ben orduyu astsubaylarla bile idare ederim!”, “14 Mayıs’ta Türk Milleti Halk Partisi’ni iktidardan, 3 Eylül’de ise muhalefetten sildi!” ya da “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirisiniz!” neviinden beylik sözleri ile 2 Mayıs 1954’te yapılan ve halkın yine DP dediği genel seçimlerin akabinde maalesef bir çok siyasi oluşum ve liderin uğradığı “aşırı güç zehirlenmesi”ne uğrayarak basın ve akademik dünya gibi çeşitli güç dengelerine yönelik politikalarını aniden değiştirmesi ise; tanımlaması yapılmaya çalışılan “siyasi ukalalık”ın somut görüngülerinden yalnızca birkaçıdır.

Sonuç olarak 27 Mayıs 1960 İhtilali gerçekleşmemiş olsaydı; 1954 Genel Seçimleri’nden sonra 1957’de de tek başına iktidar olma durumunu sürdüren DP’nin bir tek parti dönemi yaratması gayet doğal bir netice olacak ve CHP’nin demokrasi dışı görülen tek parti dönemi bu sefer DP’de tecelli ederek çok daha etkili ve yıkıcı bir şekilde halkın karşısına gelecekti.

Ve bu tek parti döneminin, mevcut “siyasi rahatlık”ı bir “baskı ve zor dönemi”ne doğru götürmesinin son derece olası bir gelişme olduğu da yine rahatlıkla söylenebilecek bir husus...

“Bildiğini okuyan, alternatifsiz, istibdat mantığı ile politika yapan bir siyasi figür”e, “Batı Politikası’nı rasyonel bir şekilde götürememiş, -Türkiye’yi küçük Amerika haline getirme hareketi ve NATO adımlarıyla birlikte Kıbrıs konusunda Türkiye’nin menfaatleri açısından çok büyük bir avantaj olan Londra ve Zürih Antlaşmaları’na imza atılması gibi uç noktalar çerçevesinde asenkronize hale getirilen bir dış politik çizgi - başlangıçta sonuç verir gözüken ekonomi politikaları alabora olmuş ve iç karışıklığa tavan yaptırmış bir politik trend” eklenirse; bu resmin neden olacağı “sosyal basınç”ın neler doğurabileceği ise son derece aşikar olup, ortaya çıkacak “sosyal patlama”nın sonuçlarının “planlı bir askeri darbe”nin doğuracağı sonuçlardan çok daha “yıkıcı” olacağını görmek hiç de zor değildir...





“Uygulanması Zaruret Halini Almış Bir Yöntem”in



Tarihi Zaafiyet Noktaları




DP İktidarı’nın izlediği istikrarsız politikalar ile tam anlamıyla bir düğüm noktasına getirilen ülkede yanlışı yanlışla sürdürmektense, “yadırgatıcı” ve “eleştirel” olmakla birlikte mevcut siyasi planı değiştirmede “etkili” olacak “sıradışı bir yöntem”in uygulamaya konulması; o günkü koşullar itibarıyla “tercihi bir durum” değil, tamamıyla bir “zaruret” olmuştur.

Dolayısıyla o günkü toplumsal fotoğraf çerçevesinde “kayıp - kazanç muhakemesinde feda edilmesi zaruri hale gelenler”e gerçekçi bir değerlendirme ile yaklaşıldığı vakit; bu “sıradışılık”ın bir “kuraldışılık” olarak nitelendirilmesinin hakkaniyet dışı bir niteleme olduğu netlik kazanacaktır.

Zira süreç, tartışmasız herkesin taraftar olduğu “demokrasi” adına doğal seyirine bırakılmış olsaydı belki de siyasal zeminin tekrar teslim edileceği bir demokrasi olmayacaktı. (Ki bu noktada “askeri müdahale”yi gerçekleştirip sözkonusu “iç karışıklık ortamı”nın dağılmasının akabinde sahneyi, zimmetine geçirmek yerine tekrar “siyasiler”e bırakan ordunun bu tavrı da sağlıklı bir bakış açısı ile değerlendirilmelidir!)

Ancak bu noktada “demokrasiye demokrasi adına ara verilmesi” ya da “Halka rağmen halk için!” hususlarını pek inandırıcı bulmayarak; bu noktaları, dillerine doladıkları klasik “demokrasi ağıtı”na malzeme yapanların bilindik itirazları kuşkusuz devreye girecektir.

Ne var ki o an için “zorunluluk” halini almış bir metodun gerçekleştirilen idamlar gibi uygulama hataları; bu yöntemde bir art niyet arayarak, bu “eksiklik” ya da “yanlışlar”ı “kitleleri kendi milli erklerine yabancılaştırarak kategorize etme” eylemine dönüştürmeyi gerekli ya da meşru kılacak bir husus değildir!

Sonuçta askeri bir müdahale; “sıcak”, “sert” ve doğal olarak bir çok “risk”i barındıran “beklenmedik bir hamle”dir ve 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi de şüphesiz içinde bazı aşırılık, eksiklik ve yanlışları barındıran bir müdahale olmuştur.









1961 Anayasası

ve

Ani Gelen “Özgürlük”



Acaba darbeciler manipule mi edildi?




27 Mayıs 1960 İhtilali’nin en tartışmalı ürünlerinden biri, şüphesiz 1961 Anayasası’dır. Tüm siyasi planı tasfiye eden askeri bir müdahale ve hemen akabinde de “Türkiye Cumhuriyeti’nin gelmiş geçmiş en özgürlükçü anayasası” denilen beklenmedik bir anayasal çerçeve...

TSK’nın asıl amacı tüm otoriteyi ele geçirmek ve ulus-devlet yolculuğunda alınan tahribatı onarmak ise; bu durumda “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!” diye sorulmaz mı? Sorulur elbet!

Dolayısıyla salt bu çelişkiden bile amacın bağcıyı dövmek değil, çözüm getirmek olduğu gerçeği su yüzüne çıkacaktır. Zira ipleri tamamen eline almak isteyen bir erk neden böylesi bir özgürlükçü adımda bulunacaktır ki!

Sonuçta tahrip gücü yüksek olmak durumunda olan müdahalenin etkileri böylesi bir adımla nötralize edilerek, sarsılan ve tedirginlik duyan toplumsal düzlemin içine girdiği titreşim dalgalarının şiddeti azaltılmaya çalışılmış; ancak bu zararı minimize etmeyi hedefleyen açılım henüz daha hazır olmayan bir zemin üzerinde tatbik edilmeye kalkılınca, evdeki hesap çarşıya uymamış ve ilerleyen süreçte görüleceği gibi bu durum “sağ-sol çatışması” ile “etnik kalkışma”yı kışkırtmıştır.

Zira tam olarak sindirilememiş bir mefhum olan “özgürlük”, 1961 Anayasası ile kendini ifade etme dürtüleri ayaklanmış sıcak bir kitlenin karşısına en arı şekliyle çıkınca bu karşılaşmanın sonucu pek iyi olmamış; iç karışıklık ve kavga ortamından arındırılmaya çalışılan toplumsal zemin, şiddetli bir kavga ortamına dönüşen özgürlük arayışları (!) ile yüzleşmek durumunda kalmıştır.

Aslında bu açılımın ortamı germenin ötesinde yarattığı en önemli tehlike; “sağlıksız bir özgürlükçü anlayışa kilitlenen kitlenin ‘ulus – devlet anlayışı’nda ciddi yaralar açması” olmuştur.

Zira sözkonusu ani doz aşımı, kitleleri “ulus-devlet bilinci”nden uzaklaştırarak; etnik, dini, mezhebi ve sınıfsal farklılıkları maksimum derecede kullanmak isteyen dış odakların avlanma girişimlerini kolaylaştırmıştır.

Ve nötralize edeyim derken bir katalizör halini alan bu astratejik hamle ile 1971 ile 1980’e doğru giden sürece istemeden de olsa zemin hazırlanmış ve bir türlü önü alınamayan süreç neticesinde “1961’de atılan özgürlükçü adım”, 1982 Anayasası ile geri alınmak durumunda kalınmıştır.




Askeri Kanada Sızan Virüs;


“Hizipleşme”



Siyasette olduğu kadar askeri kanat içerisinde de mevcut olan hizipler; sözkonusu tehlikenin bertaraf edilebilmesi adına uygulanması bir mecburiyet halini almış olan müdahalenin “istikrar” ve “tutarlılık”ına gölge düşüren en önemli noktalardan biri olmuştur.



28 Mayıs 1960 Tarihli Ulus Gazetesi’nde,



“Türkiye Halkı dün sabah uyandığında, güneşin ışığı ile beraber hürriyet aydınlığına da kavuştu.

Bu aydınlığı ona Türk Ordusu, bir büyük müjde olarak gecenin karanlığında sessiz sedasız hazırlayıp hak ettiği bir armağan olarak gün ışığı ile birlikte sundu.

Sağ olasın Türk Ordusu! Günaydın Türk Milleti!’’

şeklinde konuşan ancak ne hikmetse yıllar sonra, Demokrat Parti hakkındaki görüşleri değilse bile 27 Mayıs ile ilgili fikirleri değişikliğe uğrayıp bu sefer de

“Eger asker yönetime el koymasaydı, gençlik ve gençlik eylemlerini destekleyen geniş halk kesimleri yolundan çıkmış olan demokrasiyi ergeç kendi başlarına rayına sokacaklardı ve bu kansız olarak başarılacaktı.”

şeklinde boş ve sonradan düzeltilmeye çalışılan demokrat çizgiyi ele veren açıklamalarda bulunan Bülent Ecevit’in bu “Dün dündür bugün bugündür!” misali değişimlerini, mensubu olduğu siyasi zemin ve politik saflaşma gereği bir nebze olsun anlayabilmek mümkündür; zira siyaset bu ve çağdışı zevatlara göre bir yerde, değişen politik koşullara göre sürekli bir saf değiştirme etkinliğidir.

Ancak hastalıklı siyasetin doğasındaki bu saf değişiminin, 27 Mayıs öncesi askeri kanat içerisinde kök salışı çok daha problematik hususlar doğurmuştur. Hatta bu hizipleşmenin hem 27 Mayıs Hareketi’nin bir sonucu, hem de bir tetikleyicisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Zira DP Politikaları’nı destekleyen ya da bu çizginin karşısında olan alt rütbeli ve üst rütbeli gruplar arasındaki görüş farklılıkları hem ihtilal kararını hızlandırıcı bir unsur olmuş, hem de müdahale sonrası istikrar ve tutarlılığın yakalanmasına engel teşkil etmiştir.

1960 Müdahalesi sonrası 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’te yinelenmek isteyen ancak başarısızlıkla sonuçlanan ihtilal teşebbüsleri ise yine askeri kanat içindeki bölünmenin 1961 Anayasası ile tetiklenen en net kanıtlarından biridir. Dolayısıyla askeri kanat içinde “bütün bir yapı” imajını sarsacak gruplaşmaların yaşanması da uygulanan metodun verimliliğine gölge düşüren bir nokta olmuştur.

Kaldı ki ihtilal sonrası Menderes ve kabine üyelerinin idam edilerek “siyasal tasfiye”nin bir “infaz”a dönüşmesi süreci de kesinlikle tasvip edilen bir nokta değildir lakin dönemin sıcak gelişmeleri ve ordu içinde yaşanan fikir ayrılıkları çerçevesinde açığa çıkan aşırılık ve yanlışların “bir keyfiyet ya da istibdat mantığından doğmuş anti-demokratik bir yaklaşım” olarak nitelendirilip arkasına saklanılan “demokrasi” kavramı vasıtasıyla ordu üzerinden siyasal bir sömürü ortamının inşaa edilmesi de aynı ölçüde tasvip edilemeyecek bir husustur!

Zira nasıl ki hukuk için “Gün gelir herkese lazım olur.” deniyorsa; aynı şey ordu için de geçerlidir. Hatta orduya duyulan ihtiyacın açığa çıkması için belirli bir zamana ihtiyaç da yoktur zira ordu her an için “olmazsa olmaz bir güç”tür.

Elbette ki ordunun siyasete müdahale etmemesini istemek de bir ordu karşıtlığı değildir lakin “Türkiye’nin en iyi ihraç malzemesi ordusudur!” diyen Soros gibi “demokrasi tacirleri”nin ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir şeye yaramayacak olan ve hatalı genellemelerle adeta bir “karalama kampanyası”na dönüştürülen böylesi bir yıpratma hareketine kapılmanın, toplumsal kitleyi, ülkeyi ve devleti nasıl bir noktaya doğru sevk edeceğini de sistematize bir anlayış dahilinde iyi analiz etmek gerekmektedir.










[ 1960 + 1971 = 1980 ]






Yüzleşilmesi gereken tarihi zaafiyetlerden bir diğeri ise; [ 1960 + 1971 = 1980 ] şeklinde özetlenebilecek olan “tehlikeli siyasal matematik”tir.

Zira ortamı durultmak, kaybolan siyasi istikrarı yakalamak ve zemini temizleyebilmek adına yapılan her bir müdahale istikrarsızlık ortamını esneterek sürecin tüm toplumsal ve bürokratik katmanlara yayılmasına neden olmuş ve arzulanan plan değişimini verememiştir.

27 Mayıs 1960 Müdahalesi sonrası tasfiye edilen Demokrat Parti farklı bir sürgün vermiş ve 1965 Genel Seçimleri ile iktidar avantajını yakalayan Adalet Partisi “hukuken” olamasa da “taban” olarak Demokrat Parti’nin devamı sıfatıyla siyasi vizyona dahil olmuştur.

Akabinde devam eden siyasi istikrarsızlık ve hararetlenen anarşi olaylarının önünü alabilmek adına Demirel Hükümeti’ni istifaya çağıran 12 Mart Muhtırası gelmiş ancak bu müdahale sonrasında üzerinde ufak rötuşlamalarda bulunularak rengi değiştirilmeye çalışılan 1961 Anayasası’yla kuvvetlenen aşırı özgürlükçü eğilimlerin önünü alıp devlet otoritesini tesis etmek adına radikal grupları engelleme yoluna gidilse de muvaffak olunamamış ve siyaset dışı tutulmaya çalışılan kesimler sokağa dökülerek olaylar daha da tırmanmıştır.

1971 Müdahalesi aslında tarihi CHP – DP rekabetinin bir sonucu olmuş; ordu-sol işbirliği ile bir DP uzantısı olan AP tasfiyeye çalışılmıştır.

Ne var ki süreç sonunda AP “saha dışı”na itilmişse de kamçılanan solun hayali yine gerçek olmamış ve Muhtıra’nın ardından kurulan teknokratlar hükümeti de ülkeyi yönetemeyerek mevcut istikrarsızlık ortamının üzerine tuz biber ekilmiştir.

Ecevit’in genel başkanlığındaki CHP’nin birinci parti olarak çıktığı ancak net bir siyasi formüle erişmenin mümkün olmadığı 1973 Genel Seçimleri neticesinde ise; CHP, Erbakan’ın Milli Selamet Partisi ile koalisyon kurma yoluna giderek 13 Ocak 1974’te CHP-MSP Koalisyonu’nun temellerini atmış ancak başta Kıbrıs Meselesi olmak üzere bir çok noktada yaşanan fikir ayrılıkları koalisyonun kısa ömürlü bir siyasi formül olmasına sebebiyet vermiştir.

Koalisyonun dağılmasının akabinde Demirel’in öncülüğünde kurulan Milliyetçi Cephe Koalisyonu (AP-MSP-CGP-MHP) ise boşa çıkan siyaset sahnesini doldurmak adına zoraki icat edilen ve ayakta kalması bağımsızların vereceği desteğe bağlı olacak kadar iğreti bir formül olmuş; ancak 21 ay kadar görev yapan koalisyon döneminde tırmanan olaylar sebebiyle 200’e yakın kişi ölmüş ve yüzlerce kişi de yararlanmıştır.

Yaşanan iç karışıklık nedeniyle halkın ve ekonomik istikrarsızlığın bedelini ödemek durumunda kalarak rahatsızlığı artan iş çevrelerinin umduğu tek başına güçlü iktidar ise 1977 Genel Seçimleri’nde de ufukta görünmemiş ve CHP seçimlerden birinci parti olarak çıkmakla birlikte çoğunluğu yakalayamamıştır.

Seçim ertesinde Ecevit tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk azınlık hükümeti ise güvenoyu alamamış ve hükümeti kurma görevi Ecevit’ten sonra yine Demirel’e geçmiştir.

İkinci Milliyetçi Cephe olarak adlandırılan AP-MSP-MHP Koalisyonu ise siyasal açığı kapatıp ülkeyi huzur ortamına taşıyabilmek noktasında işlev görememiş ve o kadar ki, daha yeni hükümetin ilk 15 gününde 25 cinayet yaşanmıştır.

Son derece kısa ömürlü sayılabilecek İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti 11 Aralık Yerel Seçimleri’nin akabinde 31 Aralık itibarıyla güvenoyuna başvurmuş ve 12 bağımsızın menfi oyu ile yenilgiye uğramıştır.

Akabinde devreye giren CHP-AP Koalisyonu döneminde ise ardı arkasına gelen cinayetler artarak devam etmiş ve boyut değiştiren terör olayları artık ünlü akademisyenler ve Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi gibi özel kişileri hedef alan suikastlere dönüşmüştür.

25 Aralık 1978’de 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek durumunda kalan Ecevit “terörü bastırmak” noktasında yetersiz kaldıkça kan kaybetmiş ve uyguladığı sıcak yüzlü sıkıyönetim politikası ile askerin hareket alanını da sınırladığı için sürekli eleştirilmiştir.

Bugün bu noktada “Acaba Ecevit’in yumuşak sıkıyönetim politikası yerine esaslı ve sert bir müdahale ile ortama kararlı bir müdahale yapılsaydı acaba olaylar bastırılıp, sürecin 1980’i doğurması engellenebilir miydi?” sorusu ise pek hoşa gitmeyen bir sual olmakla birlikte yine de önemlidir. Gerçi Demirel Ecevit’ten sonra askere istenilen kapıları aralamış ve müdahale üslubunu sertleştirmek adına kolaylık sağlamıştır ancak geç kalmış bu adımın kökleşen problemi aşmada bir fonksiyonu olamamıştır.

Ayrıca askeri, sert bir müdahale noktasında serbest bırakmayarak durduran Ecevit “sıcakyüzlü bir sıkıyönetim politikası”nı sürdürürken acaba askerler ve güvenlik bürokrasisi “anarşinin yayılacağı”nı görememiş midir, bu noktayı da iyi tahlil etmek gerekmektedir.

1979’da büyük bir siyasi bunalım içinde olan Ecevit 14 Ekim’deki kısmi senato seçimlerinde ağır bir yenilgiye uğrayınca 16 Ekim’de istifasını vermiş ve ardından yine Demirel bir azınlık hükümeti kurmuştur.

İş çevreleri ve komutanların beklediği AP-CHP Koalisyonu kurulamamış ve başka bir cephe hükümeti ile sağın desteklediği Demirel güvenoyu alabilmiştir.

Sonuç olarak adeta boz-yap mantığı ile hareket eder hale gelen siyasi düzlem iyice rayından çıkmış ve dünya coğrafyası üzerinde yaşanan hareketlenmeler neticesinde de gözler Türkiye üzerine çevrilmiştir...

***

Stratejik konumu ve “geçiş iklimi”ne açık kültürel zenginliği ile dış güçler tarafından her daim bir cazibe merkezi olarak algılanmış olan Türkiye; tehlike çanlarının çalmaya başladığı 1960 ile 1980 arasında yoğun bir dış operasyona tabi tutulmuş ve tehdit algılaması belirli bir boyuta ulaştığında müdahale etmek durumunda kalan askerin zemin temizleme çalışmaları da sonuç vermeyip mevcut siyasi istikrarsızlık ortamı körükleninceyse yine olanlar olmuş ve 12 Eylül 1980 itibarıyla yeni bir askeri müdahale daha gelmiştir.

Müdahaleden birgün önce Cumhurbaşkan Vekili İ. Sabri Çağlayangil’in Genel Kurmay Başkanı ile yaptığı olağan toplantıdan sonra Demirel’e “Asayiş berkemal!” niteliğinde bir rapor vermesinin ertesi günü darbenin gelişi ise; kulislere malzeme olmuş ilginç bir hikaye olarak darbeler tarihindeki o özgün yerini almıştır.

Ve bu sefer 1971’de yapıldığı gibi 1961 Anayasası’na ufak rötuşlar atmak yerine Anayasa üzerinde komple bir değişiklik yapma yoluna gidilmiş; erken bir adım olduğu için “ulus-devlet” anlayışını sekteye uğratmanın ötesinde sonuç vermemiş olan 1961 adımı geri alınarak, tanınan aşırı özgürlükler 1982 Anayasası ile büyük ölçüde traşlanmıştır.

Ayrıca “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanan 27 Mayıs Günü Kutlamaları da askeri yönetimce kaldırılarak 1960 Müdahalesi ile ilgili çelişki yaratabilecek tüm hususlar temizlenmeye çalışılmıştır.

Ancak yabancı güçlerce vizyona koyulan dönüştürme operasyonunun en son perdesi olan 80 öncesi tablo böylesi bir adımla durdurulmamış olsaydı; uluslararası kurgunun değişmeyen kozları olan “Kürt-Türk”, “sağcı-solcu”, “Alevi-Sünni” gibi suni saflaşmalar ya da saflaştırmalar üzerinden hız verilen “Türkiye’yi dağıtma planı” neticelendirilmiş ve BAĞIMSIZ TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ bir TARİH olmuştu!

Dolayısıyla 12 Eylül Müdahalesi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin belini bükmüş bir “zulüm abidesi” değil, devletin varlığını devam ettirmesini temin eden bir “milli zaruret” olmuştur!

Bu nedenle 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 müdahalelerinden daha sert bir imaj veren ve ordunun karşı bir resim vermesine rağmen 1983 Genel Seçimleri ile Amerika’ya yakınlığıyla bilinen teknokrat Özal’ın başa geçmesiyle perde arkası bulanıklaşan 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi; ne olursa olsun “bölünmeyi önleyici bir ihtilal” niteliği taşımaktadır.

Gerçi 12 Eylül 1980 “bölünmenin tedbirleri”ni ortaya koyamamıştır ancak Sevr’i geçici de olsa önleyen bir müdahale olma sıfatını kazanmıştır.

Bu önleyici darbenin, “ABD’nin önleyici vuruşları” ile mukayese kabul etmeyecek denli “gerçek sebepler”e dayanıyor olması ise; o günün mevcut siyasi planına yakından bakıldığı vakit layıkıyla idrak edilebilecek bir husustur.









Ve Darbeler Post-modernleşince

Manipule Edilen Ordunun da Rotası Şaşar!




1980 İhtilali sonrasında siyasal zeminin kendini toplaması epey vakit almış ancak 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu Kararları’na kadar demokratik yaşantıya herhangi bir müdahale olmamıştır.

Ancak askeri müdahalelerin durulması hiçbir zaman yabancı güç odaklarının Türkiye üzerinde yürüttükleri operasyonların hafiflediği ya da devre dışı kaldığı anlamına gelmemiş; aksine siyasal kurguya ait uluslararası akslarının dönüşüme uğratılmasına paralel, bilindik kuşatma metodları da değiştirilmiştir.

Kısacası eskiden beri Türkiye üzerinde “radikal sağ”, “radikal sol” ve “dinci gruplar” ile “etnik bölünmeciler” üzerinden yürütülen dolaylı yöntem daha az dolambaçlı ve neredeyse “doğrudan” denilebilecek bir yönteme doğru giderken; [ (28 Şubat Operasyonu) x (Yenilikçi Hareket) = AKP Hükümeti = Kuvay-i İnzibatiye İktidarı ] şeklinde özetlenebilecek tehditkar formülasyon da sözkonusu köklü değişime iyi bir zemin oluşturmuştur.

Zira 28 Şubat Süreci ile 1960’lı 70’li yıllarda bir hizipleşme olarak ifade edilebilecek “ordu içi saflaşma” bir “satılık paşalar skandalı”na dönüşmüş ve ordu içine yerleştirilen değil, ordu içinden satın alınan isimler üzerinden yürütülen operasyonla ordu manipulasyona uğratılarak inşaası hedeflenen siyasi figürün zemini hazırlanmıştır.

Dolayısıyla salt MGK Kararları düzeyinde bir müdahale olduğu için post-modern sıfatı ile nitelendirilen “28 Şubat”, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından planlanarak vizyona koyulan klasik bir askeri müdahale değil; “siyonist cunta”nın, adeta taşeronlaştırdığı “askeri cunta” üzerinden yürüttüğü bir “dış operasyon”dur.

İtina ile yaratılan “irtica canavarı” üzerinden dezenforme edilen ordunun istenilen yönde hareket ettirilerek siyasi düzlemin temizlenmesi sonucunda ise operasyon sonuç vermiş ve doğrudan talimatlarla yönlendirilen çoğunluk sahibi, güçlü ve “küresel tefeciler”e hizmette kusur etmeyecek denli iyi programlanmış bir siyasi erk iş başına getirilmiştir.





“Bugünün Türkiyesi”nde

“Darbe”yi Özleyen mi Çok,

ÖzleTen mi?



Sonuç olarak “siyasi tarihin önemli parçalarından biri olan askeri darbeler”in toplumsal ve siyasi ortam üzerindeki etkileri ile yüzleşilip eksileri kabul edildiği kadar; konuya aynı özenle, müdahalelerin zaruretleri ile TSK’yı da çevreleyerek Sevr’e yol bulmaya çalışan dezenformasyon odakları açısından da yaklaşılmalı ve sergilenecek olan bu topyekün değerlendirmeyle darbeler üzerinden yaratılan toz bulutunun kimlerin işine gelen bir husus olduğu sağlıklıca analiz edilmelidir.

Ayrıca şu nokta da açıklıkla ifade edilebilir ki; bu ülkede darbelere saldırmayı adet haline getirmiş güruhların çoğunun arkasından da güllerle çiçeklerle bezenen demokratik icraatlar falan değil, düpedüz “ihanet” çıkmıştır!

Dolayısıyla kamuoyu önüne “kendini aşmış demokratik kimlikler” sıfatıyla çıkarak dillerine doladıkları “demokrasi ağıtı” üzerinden prim yapanlara piyasaya dağıtılması adet haline getirilip promosyon çalışmaları da medyanın artık deşifre olmuş yazarkasaları üzerinden yürütülen at gözlükleri ile değil, aklı selim ile yaklaşılması doğru olacaktır.



***



Darbeleri geride bırakmış Türkiye’nin bugününe bakıldığında ise darbeyi özleyenden çok “özleten” bir siyasi kadronun iş başında olduğu görülecektir.



Zira tablo ortadadır...

· AB merkezli bir görüntü çizilip “AB’ye Uyum Süreci” içinde toplanan parsanın “küresel güç odakları”na akıtıldığı bir dış politik çizgi,

· Bir küresel tefeci olan IMF ve dava arkadaşlarına ciro edilmiş bir ekonomi,

· DP İktidarı’nın ithalat çılgınlığına bir de özelleştirme çılgınlığını ekleyerek “yağma” mantığını legalize etmeye çalışan bir gayr-i milli anlayış,

· Etnik kartları soğutarak oyun dışı kılacağına sürekli ısıtarak sabotaj malzemesi haline getiren bir astratejik yaklaşım,

· AB’ye Uyum tezgahı üzerinden başta “terör” olmak üzere birçok stratejik noktada pasifize edilen Anayasal Düzlem’i köklü bir değişime uğratabilmek adına var gücüyle çalışan köstebeklerden oluşan bir siyasi kadro,

· MGK’nın sivilleştirilmesi gibi başlangıç hamlelerinin akabinde YAŞ Kararları’nın yargıya açılması gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’ni tamamen saf dışı bırakacak talimatları AB Masalı üzerinden uygulamaya koyan bir tebayı sadıka,

· Ve tamamen duygusal etkili bonuslar vasıtasıyla ehlileştirilen medya üzerinde yürütülen çürütme operasyonunu YÖK ve RTÜK gibi önemli kurumlar ile sürdürerek borçlu olduğu koltuğun hakkını vermeye çalışan bir sözde “baş”bakan...



Dolayısıyla bu noktada “Acaba darbeyi özleyen mi çok, yoksa özleten mi?” diye sormak da fazla yadırgatıcı olmasa gerek...

Yoksa birileri üzerine bastığınız, ekmeğini yediğiniz zeminin temellerine dinamit yerleştirirken mevcut manzarayı sükunetle seyredip üzerine bir de alkış tutarak köstebekliği hiç de göze batmayıp bilakis takdir gören “bir demokrasi kahramanı” mı olmalı...?



Saygılar

SESAR
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
Yeni Başlık Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

  


 
Forum Seçin:  
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki iletilere cevap veremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizi değiştiremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizisilemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB

alt1
1998-2007 Bozkurt NET
alt1
1998-2010 BOZKURT NET
--------------------------------------
Web sitemiz PHP-Nuke (© 2003) kodlarına sahiptir. PHP-Nuke GNU/GPL lisansı altında dağıtılan ücretsiz yazılımdır.
alt1