Bozkurt NET{ Bozkurt NET
  Tıklayın kayıtlı kullanıcı olun
Ana sayfa ::Hasabınız :: Forumlar :: Makaleler :: İndir :: İletişim :: KURALLAR
alt1 alt1 alt1
alt1 alt1
alt1
Atatürk
Başbug
Atsız´ın Mektupları
Bozkurt
Tarihte Türkler
Osmanlı Sultanları
3 Mayis
Türk İslam Ülküsü
Ülkücü Hareket
İslam
Türk Büyükleri
12 Eylül
Dokuz Işık
Kızıl Elma
Doğu Türkistan
Türk Dünyası
Şiirler ve Marşlar
Ülkücü Şehitler
Ülkücüye Mektuplar
Sorular ve Cevaplar
Komünizm
Videolar
Müzikler
Postakartı

alt1 alt1
alt1
 Haber :
 Haber Ekle
 Haber Arşivi
 Arama
 Konular
 Baskıya hazırla
 Üyeler :
 Hesabınız
 Günlük
 Üye Listesi
 Özel İletiler
 ICQ Servisi
 Servisler :
 Kur'an-ı Kerim Meali
 Resim Galerisi
 E-Kart
 Dosyalar
 Müzikli Postakartı
 Cep Melodileri
 İletişim :
 Forumlar
 Bozkurtlar 100
 Bize Ulaşın
 Bizi Önerin
 Dökümantasyon :
 Makaleler
 Fikir ve Tarih Dünyası
 Kısa Nükteler
 Şairler ve Şiirler
 İzlenimler
 Ansiklopedi
 Dosyalar
 Dosya Ekle
 Popüler
 İlk 10
 Bağlantılar
 

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1
AB'YE HAYIR

alt1 alt1
alt1
Makaleler
·Meluncanlar ve Biz
·Türk Tarihi ve Türk Adı
·Amerikan Genç Hristiyanlar Cemiyeti (Y.M.C.A.) ve Amerikan Kolejleri
·SEVR YASALARI MECLİS’TEN GEÇİRİLEREK TÜRKİYE YENİ BİR KURTULUŞ SAVAŞINA BAŞLAMAK MECBURİYETİNDE BIRAKILDI!
·ABD, Alenî Bir Düşman Haline Gelmiştir!
·Dedelerimiz Oğuzlar Çıkmış Yola Aral Kıyısından
·Avrupa Birliğine neden hayır.. Jeopolitik Yaklaşım
·Noel Üzerine
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -1-
·Siyasi Konjonktürde Irak Türkmenleri
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -2-
·Kıbrıs'ın Türkiyesiz AB üyeliği mümkün mü?
·Avrupa Birliği ve Kıbrıs Konusu
·Internet mi, İnternet mi?
·DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK (Gaspıralı ve Türkistan)
·İSMAİL GASPIRALI'NIN FİKİRLERİ
·Türkler ve İslamiyet
·Alparslan Türkeş'in Din Anlayışı ve İslama Bakışı
·Gök Tanrı
·Şamanizm Meselesi
·Ruhban Okulu neden açılmamalı?
·Ruhban Okulu
·Çanakkale Savaşları
·Türk Kültüründe Nevruz ve Milli Birlik-Beraberlik
· Sovyetler Birliği’nin Çöküşü ve Yeni Rusya Çeçen Mücadelesi
·Türkçenin Anadil Olarak Dünyadaki Yeri
·Masonların Kirli İşleri
·Gümrük birliği mi; sömürge antlaşması mı?
·17 Ağustos 1999 Depremi ve gizlenen gerçekler

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1
Bozkurt NET :: Başlığı Görüntüle - Kızılbaş Türklüğü
  Link 1Ana sayfa | Link 2
Arama       


Bozkurt NET
Bozkurtların Yuvası
 

Forumlar Gruplar Gruplar Hesap Aç Oturum Aç  

Sayfa: « Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10  Sonraki »  

Yeni Başlık Gönder   Bu başlık kilitlenmiştir; cevap yazamaz, iletileri değiştiremezsiniz 4. sayfa (Toplam 10 sayfa)
« Önceki başlık :: Sonraki başlık »  
Yazar İleti
kadir45
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi



Kayıt: Jun 03, 2004
İletiler: 3100

İletiTarih: Cum Arl 10, 2004 1:02 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Değerli ülküdaşlarım;
zaman artık gerçekleri bilme zamanıdır.Mustafa Kemal'ci diye ,cumhuriyetçiyim diye,Türkçüyüm
diye bu ülkeyi satanların maskelerinin indirilmesi zamanıdır.Atatürkçülüğün arkasına sığınıp da
bu millete darbe üstüne darbe indirenlerin,bu millete dinini ve tarihini unutturmak isteyenlerin
ipliğinin pazara çıkarılması zamanıdır.Bir defa şunu bilin.Mustafa Kemal asla bir din düşmanı değildir.
Masonluğu reddeden,osmanlı edebi ile yetişmiş Mustafa Kemal,Karabekir Kazım gibi kişilerin
ittihatçılarla siyasi anlamda hiçbir ilişkisi yoktur.Memleketini çok seven bu tür insanlar,aynı şu
günlerde birşeyler yapma ihtiyacı içinde kıvranan bizler gibiyken ittihatçılarla tanışmışlardır.Henüz öğrencilik
yıllarında ve çok genç iken.Bunların toplantılarına da gizli olarak katılmışlardır.Bu doğrudur.
Benim hayran olduğum gerçek Türk paşası,paşaların paşası Karabekir Kazım da bu grup içindeydi.
Ama ne zaman kıtalara gittiler,birliklerin komutalarını almaya başladılar,o an da gerçeklerle karşı
karşıya geldiler.orada hayatın gerçeklerini gördüler ve dönüşlerini yaptılar.Mustafa Kemal Anadoluya
resmen görevli olarak gönderilmiştir.Hiçbir salak,bu gerçeği inkar etmesin.Sevre rağmen taş gibi duran
3.ordu(ruslara karşı hazırlanmıştı bu nedenle emperyalist devletler göz yumuyordu)komutanı
Karabekir Kazım,dümenden gönderilen tutuklama emrini dinlemedi.Kurtuluş filminde bunu görürsünüz.
Karabekir kazım ile Mustafa Kemal karşılaşmasında,Karabekirin, Mustafa kemale emrinizdeyim dediği
anda Mustafa kemalin bu iş bitti demesi bunun örneğidir.Mustafa Kemal hemen başladığı kongrelerde
misak-ı milliyi ialan etmiştir.Bunu anlamayan salaklara şunu anlatıyorum iyi dinlesinler.Misakı milli
nin asıl ruhu,rasulullah efendimizin hudeybiye anlaşması şartları deklerasyonudur.Zaten islamı
kabul ettikten sonra Türklerin siyasi stratejileri,hep Allah Peygamberinin stratejilerine dayanmıştır.
Misak-ı millinin anlamı şu.Ben bağımsız bir ülkeyim.Sınırlarım şu.Özellikle emperyalistlerin ilgi alanı olan
musul kerkük ırak suriye hat dışı bırakılmıştır.Yeni bir devletim.Benden korkmayın.Kimsenin devamı değilim.
Rahat bırakın beni.Bu görünenen anlamı.Ama gerçekte,ben palazlanayım,medeniyeti yakalıyayım,kendimi
toplayayım,size nasılsa gösteririrm.Evet strateji budur.Yurtta sulh cihanda sulh diyen salakların dediği değil.
Çıkarılan yeni yasalar alınan medeni hukuk falan hep bugünün uyum yasaları gibi kandırmacadır.
Aslında mecelleye dayalı adalet sistemi aynen devam etmiştir.Boşanmadaki kadına verilen evlenmeme
cezası,miras hukukundaki tenkis hakları hep aynı kalmıştır.Sadece süre ve oranlarla hafif oynanmıştır.
Hatay konusunda çizmelerini giymiş,ve gerçek strateji ortaya çıkmıştır.Ukalalık eden mussoliniye de
haddini bildirmiştir.Yaşasaydı aynı şekilde bugün musul ve kerkükte de türk bayrağı dalgalanacaktı.
Hiç şüpheniz olmasın.O zayıf haliyle tüm dünya ile savaşamıyacağını bilen Mustafa Kemal,bu akıllı
siyaset ile hatta ruslara da ufak ufak ümitler verip,peşpeşe gaalip devletlerle açık anlaşmalar imzalamış
yeni hükümeti dünyaya kabul ettirmiş,yunanistan ile baş başa kalmıştır.İşin aslı da faslı da bu.
Her lider yanlız adamdır.Masonlar bunun da çevresini kısa zamanda sarmış,İzmir suikastı,menemen olayı gibi
tezgahlarla Mustafa Kemalin silah arkadaşları ile arası açılmış,kör ve sağır şeytan,büyük üstadlar
ismet ve celalin melanetleri ile gazi yedeklenmiş ve sonucunda,istiklal harbinin yetişmiş değerli
komutan ve subayları mareşal çakmak hariç tasfiye edilmiş,kuru yaş bakılmadan istiklal mahkemelerinde bir
sürü infazlar yapılmıştır.Bu olayı zamanla çözen gazi, ismetin imha emrini bizzat mareşala vermiş,dostunu düşmanını tanımayan ahmak o da bizim mareşal çakmak hasta yatağında gaziye emri yerine
getirdiği yalanını söylemiştir.Hatta doğruysa mustafa kemalin ismetin çocuklarına maaş bağlattığı
onların da bugün hala bu maaşı aldıkları söylenir.İstiklal harbinin fikir babalarından karabekir kazım da tasfiye
edilenler arasındadır.Kadere bakın ki,o ismet,gazi öldüğünde meclisi basıp tabancasını çekip.ismet
cumhurbaşkanı olacak diyen mareşal öldüğü gün,bu sağır şeytan,radyolarda bangır bangır türkü
çaldırmış,milleti çıldırtmış,rahmetli amcamın da aralarında olduğu üniversite gençliği,istanbul radyo evini
basmış camlarını indirmiş,cenazede tatsız olaylar çıkmıştır.Osmanlının son ikiyüz yılına damgasını vuran
masonlar gaziyi de ihata etmiş,onca kalkınma çabası ve mücadelesi içinde gazi bu baş belalarıyla da uğraşmak zorunda kalmıştır.Büyük taaruzun Afyon koca tepede başladığı sabahın gecesinde,büyük taarruzun başlayacağı saatlerde elinde kuran-ı kerim bağıra bağıra fetih suresi okuyan mareşal çakmak,olayın
şahitlerinden dinlediğim,Türk toplarının üzerine gece yarısı sayılamıyacak derecede beyaz güverci konmuş.
Allahtan gelen kuvvetlerin yardımının da gösterilmesi üzerine,ordular ilk hedefiniz akdenizdir ileri emrini
Mustafa Kemal,milli mücadelenin başında resmi emirlerde gözlerimle okuduğum maddelerin birinde;
tüm camiilerde gece gündüz amener-rasulü okunacak diye genelge yayınlayan mustafa kemal dinsiz olamaz.
O masonlarla aynı görüşte de olmaz.Nitekim ismeti tasfiyesi bunu göstermektedir.Bunu hala ittihatçılarla
birlik göstermek,talat enver cemal cuntası ile aynı görüşte olduğunu iddia etmek ya salaklıktır,ya bilgisizliktir
ya da hainliktir.Nitekim gaziden sonraki dönemde bu sapık insanların bakiyeleri,başbakan ve üst kademe idareci olarak arz-ı endam eylemiş,şükrü saracoğlu,recep peker,hasan ali yücel,fahrettin kerim gökay gibi sapıklar ve masonlar ülkenin
içine etmişlerdir.Bir taraftan hala iktidarda olan bu ittihat ile,ingilizlerin hala satın aldığı o meşhur dini
organizasyonların bakiyeleri bugün hala tepişip duruyor ve ülke kaynıyor.Onun için diyorum ki,bu ittihatçı
kalıntıları ile,bu satılmış sözde dini gruplar tasfiye edilmeden bu ülke huzur bulmaz.İdare kesinlikle Türkte
olacaktır.Gazinin vasiyeti de bu dur.Aklın yolu da bu.Türk vatandaşı olmak başkadır,Türk olmak başka.
Türkiyeyi artık gerçek Türkler yönetmelidir.Efendiler,dönmeler,bu milletin hayrı için asla çalışmazlar.
İşte Türkiyenin en büyük açmazını size açıkladım.Takdir sizlerindir.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
kadir45
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi



Kayıt: Jun 03, 2004
İletiler: 3100

İletiTarih: Cum Arl 10, 2004 9:24 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Değerli ülküdaşım.Bunları öğrendiğim yıllarda ben de senin duygularını yaşadım.Artık ben de bu konudan sıkıldım.Kimseyi de üzmek istemiyorum.Bu konu hakkındaki yazılarım şu andan itibaren bitmiştir.
Sana şunu söyleyebilirim.Bizim binlerce yıllık tarihimizde utanılacak hiçbirşeyimiz yok.Biz en temiz kavimiz buna inan.İnsanız neticede.İnsan olmanın gereği elbette çok hatalarımız oldu.Ama kim hatasız ki.Hatasız ve tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan yanlızca Allah dır.Geçmişimiz tertemiz.Tüm dünyada saygı uyandırdık.Osmanlı deyince,bugün balkanlar
ortadoğu ah diye dövünüyor.Kafan hiç karışmasın.Temiz insanlar ın hocası Allahtır.O doğrulardan şaşırtmaz.bİR GÜN osmanlı arşivleri açılacak,ve gerçekler ortaya çıkacak.Bundan hiç ümidimi kesmedim.Herşey o zaman ortaya çıkacak.Bunlar sana ve forumdaki
kardeşlerime bu konudaki son sözlerimdir.Yapmayın dediğim halde beni bile bu işin içine ortasına çektiler.Artık bu satten sonra ne yazarlarsa yazsınlar benim için bu başlık bitmiştir.Saygılarımla.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Pts Arl 13, 2004 12:07 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

asena türk

Form dikkatimi çekti.Göz gezdirir ken yazdıklarının büyük bölümünü okudum.İyi bir insan oldugun açık ben denk gelmedim lakin diger arkadasların yazdıgı kadarıyla belli ki; Osmanlı hakkında çok iyi şeyler düşünmüyorsun. Ben alevi degilim fakat çok yakın arkadaşlarımdan alevi olanlar var. onlardan osmanlıyı dinledigimde bende çok etkilenip özellikle yavuzun sözde sivas katliamı ve dağ sürgünleri. Osmanlıya karşı olumsuz şeyler düsünmeye baslamış ve bunları bazı yerlerde söylüyordum bile lakin bir gün bu konuyu biraz arıştırmaya kalktım ve Osmanlı imparatorluguna bir daha hayan oldum. EMİNİM sende kendi açından araştırmıssındır. Ama bence son bir kez daha olsa Osmanlıyı bi oku iyi günler yahyaoglu....
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Pts Arl 13, 2004 12:19 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

kadir21
Kardeşim helal olsun sana. 12 09 2004 Tarihli yazında özellikle ülkemizin köylüsünü anlatşın ve Osmanlıyı korumaya devam ettigin için okadar işte bir Osmanlı torunu ve Türk genci olarak teşekkür ederim...
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Pts Arl 13, 2004 1:15 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

asenaturk

MEHMET KAPLAN'nın nasıl bir yazar oldugunu bilmiyorum ama misalen RECEP ŞÜKRÜ APUHAN bu güne kadar okudugum kadarıyla, ve yasam paradigmasında ortaya koydugu ilkeleriyle güvene bilecegim bir yazar. Özellekle geçmiş tarihimiz hakkında yazar sana osmanlı hakkında gercek bilgiler gönderiyorum oku :x
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Pts Arl 13, 2004 1:17 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

asenaturk

burda osmanlı soyunun resmen turk oldugunu ve osmanlını siyasi yapısını inceleye ve ögrene bilirsin saygılar

..................Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi ve hukuki rejimi daha çok bir sentez niteliği taşır. Osmanlı Devleti herşeyden önce bir türk ve islam devletidir.Bir yönüyle de islamiyet öncesi türk devletleri yapısının izlerini taşır.Eski Türk devletlerinde siyasi yapılanmanın en önemli unsurlarından biri ildir.Bu bağımsız bir şekilde aşiretler halinde yaşayan halkın barış içinde yaşamasını sağlar.Osmanlı'da federatif bir yapı görülmekle birlikte kimi yerlerde de bu il yapısına rastlanmaktadır. Zamanla idare merkezileşti ve hükümdarlar doğaüstü bir kaynaktan gelme vasıflarını aldı.

...................Hükümdarlara padişah-ı Cihan adı verildi.Bu hükümdar mutlak şahsi evrensel ve kutsal bir hüviyete kavuştu ve bu hüviyetin gerektirdiği hukuki statüye sahip oldu ve bütün sosyal ve siyasi hayatın hakimi düzenleyicisi olan en yüksek organ haline geldi.Osmanlı'nın yapısını büyük ölçüde oluşturan İslam dini ve bunun temelleri getirdiği yeni müesseseler dışında dinde de birtakım değişikliğe yol açtı.Hükümdar Tanrı'nın tahtaçıkardığı değil onun yeryüzündeki temsilcisiydi; devletin yaratıcısı ve kurucusu hükümdar değildi.O tarı emri olan hükümeti kurmakla ve bir tanrı emaneti olan halkı şeri hükümlere göre yönetmekle görevliydi.Hükümdar meşveret ilkesi ve Kur'an emri gereğince devlet işlerini yürütürken danışma yoluna başvuracaktır.Bunun izleri hükümdarın halife ünvanı kazanmasından sonra daha açık bir şekilde görülür.Nitekim Osmanlı'da görülen divanların böyle bir organ niteliğine ulşamadığı kesindir.Yürütme gücü ise yasama ile birlikte hükümdarda veya halife sultan da toplanmıştır.Ancak yargı devletin büyümesiyle ve ihtiyaçlar sonunda kadılar eliyle yürütülen ve zamanla bağımsızlaşan bir organdı.

...................Meşrutiyete kadar görülen siyasi ve hukuki müesseselerin ana kaynakları olan eski türk devlet sistemi ve islam dini ilkeleri yanında nispeten ikinci derece rol oynayan etkenler de vardı.Bunlar bizans,selçuklu ve eski iran medeniyeti devletleri ve müesseseleriydi.Osmanlı'nın Bizans'ın mirasçısı olduğu söylenir fakat ilk Osmanlı yöneticilerinin Anadolu Selçukluları,Karaman Germiyan gibi esas itibarıyla türk-islam sisteminden gelmiş oluğu ve Osmanlı'nın bu sistemin oluşturduğu bir siyasi ve hukuki düzene sahip olduğu bir gerçektir.

Osmanlı devletinin siyasi rejimi iki döneme ayrılır:

*-Mutlak Hükümdarlık döneminde devlet kudreti ve temel yetkiler hükümdarda toplanır.Yasama yürütme ve yargı hükümdardaydı.Devlet ricali temsilci değil padişahın vekilleriydi.Osmanlı Devletinde görevler kaynaşmaktaydı.Yani padişaha bağlı veziriazam vezirler sancak beyi ve beylerbeyi aynı zamanda birer kumandandı.Yönetim merkeziyetçidir.Bazı köy ve mahallerler dışında bugünkü anlamıyla mahalli idareler kurulamamıştır.Merkeziyetçi ve mutlakiyetçi Osmanlı Devlet düzeninde siyasi rejimin dayandığı sosyal yapı mutlak hükümdarlık döneminde bazı değişikliklere uğradı.Kuruluşundan kısa bir süre sonra bakıldığında Osmanlı devleti bir askeri toprak devleti manzarası gösterir.Bu dvlet Tımar kul ve asker rejimi içinde yaşamıştır.Halk yani reaya pasif ve kapalı bir ekonomi düzenindedir.16.yy dan itibaren batı ülkelerinin genel gelişim çizgisi dışında kalan ve gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti Doğu'nun kendine has feodal yapısına bürünmüştür.



*-Meşruti Monarşi Dönemine yol açan tanzimat devriyle de siyasi rejim batı müesseselerinin etkisi altına girdi.Mutlak Hükümdarlı sırasındaOsmanlı devletinin dış ülkelerdrle olan ilişkileri devamlı elçiliklerle yürütülmedi.Sürekli elçilik usulü Selim III. zamanında ıslahat haraketlerinin yoğunlaşmaya başladığıdevirde (1794) de kuruldu.Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla başlayan bu batı etkısı dönemi Osmanlı siyasi ve hukuki rejimini büyük çapta etkisi altına aldı ve o zaman müesseselerde ikilik baş gösterdi.Meşrutiyet dönemini hukuken başlatan 1876 anayasasıOsmanlı Devleti siyasi rejiminde önemli bir aşamaya geçişi başlatmıştı.Anayasa yine bir padişah iradesi olmakla ve bu yüzden de bir Ferman Anayasa kabul edilmekle birlikle hükümdarın yetkilerini sınırlamış ve halka da temsil yetkisi vermişti.Gerçi hükümdarın üstün kuvvet ve yetkileri devam etmekteydi fakat eskisi gibi sınırları padişahın vicdanına bağlı değildi.Artık ortada uyulması gerekn bir takım akdi değerde hukuki hususlar vardı.Ve bununla beraber artık Osmanlı ne bir laik ne de tam teokratık devletti.

...............İkinci meşrutiyeti hazırlayanda yine 1876 anayasasıdır.Bu dönemde yasama gücü ile yürütme gücü daha gerçek bir şekilde ayrılmıştır.Bununla beraber padişahın azalan nüfuz ve yetkileri yerine halkın temsilcileri ve dolayısıyla iradesi değil belli bir siyasi kuruluş ve grupların iradeleri geçmiştir.Halife Sultanın geçiçi de olsa mutlak iradesinin ilk defa sınırlanışı Senedi-i İttifak ile olmuştur.Bundan sonra çeşitli iç ve dış etkenler hükümdarın kendi kendini sınırlaması sonucunu doğuran Islahat ve Tanzimat Fermanlarının orataya çıkmasını sağladı.Başlangıçta oldukça sade görünen siyasi ve hukuki düzen tanzimattan sonra oldukça karmaşık ve yaygın müesseselerde gelişmeye başlamıştır.Fakat Osmanlı'nın siyasi ve Hukuki rejiminin bellibaşlı unsuru bütün gelişmelere rağmen islami din unsurlaı oldu.Bu esaslara göre temel adalettir.Şeriat da bu bakımdan devletin temelini meydana getirir.Padişah şeriatın tek koruyucusu bütün halk onun kullarıdır.Padişaha bütün yetkilerin verilmesi sebebi onun adaleti gerçekleştirmesi içindir.Cumhuriyet devrine kadar Osmanlı devletinin İslami görünüşü devam etti.Tanzimatla başlayan siyasi ve hukuki müesseselerdeki ikilik ,Cumhuriyetin kurulmasından sonra batı müesseselerinin lehine tekrar tekleşti.Osmanlı mutlakiyet devrine ait müesseseler tamamen bırakıldı.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Pts Arl 13, 2004 1:26 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

asenaturk

bak ülküdaşım osmanlıda insana saygıyı tarihi bilgisine türkiyenin güvendigi prof AHMED AKGÜNDÜZ anlatıyor hepsi ispatlanmış belgelerden oluşuyor bunuda umarım okursun







OSMANLI DEVLETİNDE VE ÇAĞDAŞI OLAN DİĞER DEVLETLERDE İNSANA VE HUKUKA SAYGI


PROF. DR. AHMED AKGÜNDÜZ


I- KONUNUN TAKDİMİ

İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıyla ve hiç bir fark gözetmeksizin hukukun kâidelerini bütün insanlara eşit olarak tatbik etmekle mümkündür. Bu sebeple bu konuyu, Osmanlı Devleti ve muâsırı olan diğer devletlerde insanın hak ve hürriyetlerine karşı nasıl davranıldığı ve hukuka gösterilen saygı açısından incelemeye gayret edeceğiz. Aslında insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı, hukuka saygının bir ifadesi olsa da, bir bütün olarak hukuka saygıyı da kısaca tetkik edeceğiz.

Önemle arzedelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu Osmanlı Devleti ile diğer çağdaşı olan devletlerin durumu, %100'e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsedeceğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta'sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arzettiği önem, sadece Osmanlı Devleti dışındaki ve daha doğrusu İslâm ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Zira, biraz sonra belgeleriyle ortaya koyacağımız gibi, Osmanlı Devleti'nde, çağdaşı olan gayr-i müslim devletlerde ve özellikle Batı'da çok zor şartlar altında elde edilen insana ait hak ve hürriyetler, uygulamadaki suiistimaller ve yanlış uygulamalar dışında, başından beri Osmanlı Devleti'nde mevcuttur. Zira Osmanlı Devleti müslümandır ve İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde yani miladî VII. asırda hazırlanan Medine Anayasası diyebileceğimiz Sahife adlı metin, ilk hak ve hürriyetler beyânnâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz Veda‘ Hutbesi ve Kur‘an ile hadislerdeki insana ait hak ve hürriyetlerle alakalı beyânlar, günümüzdeki anlamıyla bir çok hak ve hürriyetleri tesbit ve tayin etmiştir.

Konuyu takdim ederken şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: Osmanlı Devleti'nde insana Allah'ın mahluku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus'un "Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü" şeklindeki espirisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti'ne hâkim olan espiridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edip daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım: Evvelâ hatırlatalım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948'de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misal olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:

"Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele."

"Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır." . Hayvanların ve hatta karıncanın hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir devletin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir. Maalesef efkâr-ı âmmede tersi yayılmak istendiğine göre, belgelere dayanarak meselenin izah edilmesi icabetmektedir.

"Herşey zıddıyla bilinir" kâidesince, evvela Osmanlı Devletinin muâsırı olan bazı devletlerdeki durumu tetkik edelim:

II- OSMANLI DEVLETİNİN ÇAĞDAŞI OLAN BA‘ZI DEVLETLERDE İNSANA VE ONUN HAK VE HÜRRİYETLERİNE SAYGI

Konuyu, Osmanlı Devleti'nin muâsırı olan bütün devletler açısından ele almak mümkün değildir. Ancak ba‘zı önemli gelişmeleri, ana başlıkları özetleme tarzında ele almak istiyoruz.

1) Avrupa devletlerinde insana ve hukuka saygının yerleşebilmesi için 1848'deki sanayi inkılâbını ve hatta XX. asrı beklemek icabeder. Zira bazı önemli gelişmelere rağmen, insana ve hukuka saygı, bir türlü cemiyetin bütün bireylerine teşmîl edilememiştir. Genelde ele almak gerekirse, Avrupa'da tatbik edilen feodalite nizâmı gereği insanlar yarı köle statüsündedirler. Fief denilen toprak parçalarının sahipleri, aynı zamanda o toprak üzerinde yaşayan insanların da mâliki hükmündedir. Bu sebeple insanın hakkında değil, ancak kral veya senyörler tarafından ihsan edilen bazı imkânlardan bahsetmek icabetmektedir. Bu bakış açısını terkederseniz, Avrupa'daki insan hak ve hürriyetleri ile alakalı gelişmeleri tam değerlendiremezsiniz . Yani Avrupa'da insana ait hak ve hürriyetler, sanki kralın bir ihsanı ve bahşişidir. Osmanlı Devleti'nde hâkim olan inanca göre ise, paşa ile gedâ farkı gözetilmeksizin herkes Allah'ın mahluku olmak nokta-i nazarından eşittirler ve hak ve hürriyetleri yaratılışdan mevcuttur. Bu farklılığı bilmeyenler, maalesef Osmanlı Devleti'ndeki tımar nizamı ile Avrupa'daki feodal nizamı birbirine karıştırmaktadırlar. Bu genel izahdan sonra şimdi de bazı önemli gelişmeleri ve müşahhas misalleri görelim:

A) Hürriyetin beşiği olarak takdim edilen İngiltere'de 1215 tarihli Magna Carta Libertatum denilen yazılı belgeye kadar, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygıdan, asil aileler dışında bahsetmek manasızdır. Bu belge de, insan hak ve hürriyetlerini tesbit için değil, sadece iktidar ile halk, soylular ile din adamları arasındaki dengeyi kurmak için ilan edilmiştir. Biz, Kral VIII. Henri zamanı yani XVI asra kadar kadının İncil'e bile el süremeyecek kadar murdar bir yaratık kabul edildiği anlayışının varlığını, 1805 tarihine kadar belli sınıf kadınların yarım şilin karşılığında satılabildiğini ve kadına mülkiyet hakkının tanınmadığını misâl olarak zikredersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının ne derece halka teşmil edilebildiği hakkında az da olsa bir fikir verebiliriz. Zikredilen misallere, XVI. yüzyılda kabul edilen "Haklar Bildirileri" ile sınırlı bir hak-hürriyet anlayışının İngiltere'de yayıldığını XVIII. asrın sonuna kadar vatandaşın siyasî haklarını kullanamadığını ve genel seçim sisteminin de XIX. yüzyılın yarısına doğru kabul edildiğini eklersek, insana ve hukuka saygının sınırları daha iyi anlaşılabilir .

B) Batı'nın insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı bakımından şampiyon ülke ilan edilen Fransa'da da durum, anlatıldığı gibi iç açıcı değildir. 1789 Büyük İhtilâli'nden evvel ülkede tam bir esâret ve derebeylik hâkimdir. Derebeyler, kendilerini, ellerinde zorla bulundurdukları toprağın ve üzerinde yaşayan insanların mâliki sayarlar. İnsanlara saygı da, hukuk da, derebeylerin iradesi ve arzusudur. 1789 İhtilâlini neticesinde ilan edilen İnsan Hakları Beyannâmesi de, bugünkü anlamda bir insan hakları bildirisi demek değildir. Hiç olmayan bir şeyi kısmen kabullenme mahiyeti taşıdığından, sadece Batı'daki insana ve haklarına saygı açısından önemlidir. İnsana ait hakların ilk defa yaratılıştan var olduğuna, bu bildiri ile inanılmaya başlanmıştır. 1789 tarihli Fransız İnsan Hakları Bildirisi, insanı kölelikten, zilletten ve sefâletten kurtulduğunu ilan etmişse de, bu şefkatini bütün insanlara teşmil edememiştir. O tarihlerde hazırlanan Fransız Medeni Kanunu, "çocuğu, akıl hastasını ve kadını mahcûr" saymakta ve kadına kendi mal varlığı üzerinde tasarruf hakkı tanımamaktadır. Kadının tasarruf hakkının, nihâyet 1908'de tanındığını belirtirsek, bu Beyannâmenin ve onu takip eden gelişmelerin, insana ve hukuka saygı açısından hudutlarını tahayyül edebiliriz .

C) İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıdır demiştik. Bu hak ve hürriyetlerin en önemlilerinden biri de, din ve vicdan hürriyetidir. Bu hak ve hürriyeti çok güzel yansıtması açısından, Macaristan'daki durumu da gözler önüne sermek ve Avrupa'da benzeri hallerin çok yaşandığını ve 300 sene süren mezhep kavgalarının Avrupa'yı alt-üst ettiğini belirtmek istiyoruz. Yaşanan bir misal şudur:
Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Sırplar, Macaristan ile Osmanlı Devleti'nden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi, bunlar da birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macaristan Kralı Jan Hunyad, Sırbistan'ı ele geçirmek istiyordu. Sırbistan Kralı George Brankoviç, kendisini Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmeye teşvik eden Macaristan Kralı nezdine bir heyet gönderir ve sorar: "Macarlar Türklere gâlip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?". Jan Hunyad'ın cevabı, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygılarının derecesini yansıtması açısından çok ilgi çekicidir: "Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim. Ortodoks kiliselerini yıkacağım." Aynı soruyu sormak üzere bir heyeti de Fatih Sultan Mehmed'e göndermiş ve Fâtih'in verdiği cevap ise şöyle olmuştur: "Her caminin yanında bir kilise inşâ edilecek." Bu cevabı alan Sırbistan Kralı, Hıristiyan olan Macaristan'a değil, Müslüman olan Osmanlı Devleti'ne itaat etmiştir .

Netice olarak Avrupa'da insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygıyı tam anlamıyla görebilmek için 1848 tarihli sanayi inkılabını ve hatta Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannâmesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini beklemek gerekmektedir. Zira evli bir kadına kendi el emeği üzerinde tasarruf hakkı, ancak 13 Temmuz 1907'de verildiği nazara alınırsa ve bu hakka konulan kayıtların ancak 1938'lerden sonra kaldırıldığı düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.

2) Amerika'da insana ve onun hak ve hürriyetlerine gösterilen saygının tarihi gelişimi, Avrupa'dakinden daha hızlı değildir. Ve hatta Amerika'da durum daha da vahimdir denilebilir. XVIII. yüzyılda yayınlanan Virginia Haklar Bildirisi ve benzeri beyannâmelerin kabulünden önce, bütün Amerikan halkı, beyazıyla ve siyahıyla, Avrupalı İngilizlerin ve onların işbirlikçisi diğer Avrupalı sömürgeci devletlerin kulu ve kölesi durumundadırlar. Bu tarihlerden 1970'lere kadarki gelişmelerin siyahları içine almadığını belirtirsek ve mezkûr tarihe kadar zencilerin adamdan dahi sayılmadığını ifade edersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine karşı Amerika'daki durumu, Kuzeyi ile ve Güneyi ile daha iyi özetlemiş oluruz .

3) Asya ve Afrika'da bulunan ve müslüman olmayan Osmanlı Devleti'nin muasırı devletlerde insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygı, Avrupa ve Amerika'dan daha kötü bir vaziyettedir. Asırlarca İslâmın ve müslümanların tesirleriyle dahi değiştirilemiyen, Eski Hind Hukukuna göre, kadın hiç bir hak sahibi değildir. Budizmin mukaddes kitabı sayılan Veda'larda kadın kasırgadan, ölümden, zehirden ve yılandan daha kötü bir yaratık olarak tasvir edilmektedir. Kadına bakış açısı böyle olduğu gibi, erkekler de kendi aralarında belli sınıflara ayrılmışlardı ve bu sınıfların en büyüğünü köleler sınıfı teşkil ediyordu . Verilen bu misallerden insana saygının, toplumun bütün fertlerine teşmil edilemediğini hemen anlamak mümkündür. Ancak müslüman olan Asya ve Afrika ülkelerinde, bazı mahallî âdet ve anlayışlar tam olarak yıkılamamışsa da, yine de İslâmın tesiriyle diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar müsbet gelişmeler olmuştur. Afrika kıt‘asının ise, müslüman ülkeleri istisna edersek, bir köleler vatanı olduğunu ve XIX. yüzyılda köleliğin ve köle ticaretinin yasaklanmasına kadar, bu bölgelerde insana ve hukuka saygının asla yerleşemediğini esefle müşahede ediyoruz.

Osmanlı Devleti'nin muâsırı olan bütün devletlerdeki durumu özetlemek dahi bu makalemizin sınırlarını aşacağından, verilen misallerle iktifâ ederek, şimdi Osmanlı Devleti'ndeki durumu özetlemeye çalışalım.

III- OSMANLI DEVLETİNDE İNSANA VE ONUN HAK VE HÜRRİYETLERİNE GÖSTERİLEN SAYGI

Önemle ifade edelim ki, bize öğretilenlerin ve başta müslüman ecdadımıza barbar diyen batılı ve peşin fikirli bir kısım araştırmacı ve tarihçilerin anlattıklarının tersine, Osmanlı Devleti'nde, uygulamadaki bazı yanlışlıkları ve suiistimalleri bir tarafa bırakırsak, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygının, diğer çağdaşı olan devletlerle mukayese edilemeyecek derecede mükemmel olduğunu isbat eden deliller, tahmin edilenin çok üstündedir. Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki gayr-i müslimlere ait ma‘bedler, mektepler ve mülkler, binlerce sayfayı bulan eski mahkeme kararları yani şer‘iye sicilleri ve sayıları 120 milyonu bulan Osmanlı Arşivindeki belgeler, bu hakikatın canlı şahididirler. Bazı iddiaların tersine, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, insana ait hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus, çok önemlidir . Ayrıntıya girmeden şimdi meseleyi beraberce mütala‘a edelim:

1- Osmanlı Devleti'nde İnsanı İnsan Yapan şahsî Hak ve Hürriyetlerin Korunması Ve Güvenlik İlkesi

İnsana saygı, onun hukukuna saygı ile mümkün olduğunu daha önce belirtmiştik. Onun hukukunun başında ise, insanın şahsî hak ve hürriyetleri gelmektedir. Modern hukuk devletlerinin anayasalarında temel hak ve hürriyetlerin başında gelen bu hak ve hürriyetlerine Osmanlı Devleti'nde nasıl bakıldığının izahı, diğer temel hak ve hürriyetler hakkında da bize fikir verecektir.

İnsanın maddî, manevî ve iktisadî varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere "şahsî hak ve hürriyetler" diyoruz. İnsana ait bu hak ve hürriyetler, kişinin güvenliği ilkesi ile birlikte yürürler ve birbirini tamamlarlar. Batı'da şahsî hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için, kişiyi haksız olarak tutuklamaya karşı koruma amacını güden XVIII. yüzyıla ait bildirileri beklemek gerekir. İnsan hayatının, sağlığının, vücudunun korunması; namus ve şerefinin muhafazası; özel hayatın gizliliklerinin gözetilmesi ve benzeri şahsî haklar, Batı hukuk sistemlerinde, ancak XIX. yüzyılda gündeme gelmeye başlamıştır. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtiva eden İsviçre Medeni Kanunu dahi, 1912 tarihlidir . Osmanlı Devleti'nde ise, Kur‘an'ın "Bir ma‘sumun hayatı ve kanı, bütün insanlık için dahi feda edilemez" düsturu ve Hz. Peygamber'in İslâmın ilk haklar ve hürriyetler bildirisi demek olan Veda‘ Hutbesi'nde ifade ettiği "Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes birgün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve üzerinde bulunduğunuz şu belde nasıl mukaddes bir belde ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddesdir, dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur" şeklindeki emirleri esas alınarak, insana ait hak ve hürriyetler tanzim olunmuştur. Bu hak ve hürriyetlerin nasıl tanzim edildiğini Kanunnâmelerin maddeleri ve fıkıh kitaplarındaki şer‘î hükümler arasında görmek mümkün olduğu gibi, eski mahkeme kararları demek olan şer‘iye sicillerinde de çokça görmek mümkündür. Burada uygulamaya ışık tutması açısından 1539 tarihli iki belgeden yani iki mahkeme kararından bahsetmek istiyoruz. Bu iki belge, iki önemli gerçeği gözlerimiz önüne sermektedir: Birincisi, bu tarihlerde Anadolu'nun ücrâ bir köşesi sayılan Anteb'de böbrek ameliyatının yapılabiliyor olmasıdır. İkincisi ise, günümüz hukuk sistemlerinde bile, tıbbî müdaheleler ve ameliyat için, hastanın yazılı bir basit muvâfakatnâmesi yeterli görülürken, o tarihlerde yani 1539'larda dahi böyle bir muvâfakatın mahkemece karar altına alınması şartının aranması ve bu durumun o dönemde bile insana ve insanın sahip olduğu şahsî haklara verilen önemi ve gösterilen saygıyı ısrarla vurgulamasıdır. Bu kararlardan birinde, Hacı Mehmed oğlu Satılmış'a, velâyeten muvâfakat vermekte ve doktor Nazar oğlu Budak da belli şartlarla ameliyatı kabul ettikten sonra, mahkeme bunu tasdik edip zabıt altına almaktadır. İnsanın ve şahsî haklarının ne derece önemli şeyler olarak kabul edildiğini ve her medenî mesele gibi, şahsî haklar ve insana saygı hususunda da Batı'yı fersah fersah geride bıraktığımızı, bu ve benzeri çok sayıdaki belgeler açıkça göstermektedir. Bu tür belgeler, "Kişi, bilmediğinin düşmanıdır" kâidesince, geçmişimize ve ecdadımıza olan düşmanlıkların cehâletten kaynaklandığını, gözler önüne sermektedir . Ehemmiyetine binâen bu belgeleri aynen alıyoruz .

Güvenlik ilkesi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Mecelle'nin kabul ettiği bir esasa göre, "Berâat-i zimmet asıldır" , yani bir insanın suçluluğu isbat edilmedikçe, suçsuz kabul edilmesi genel bir hukuk prensibidir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri var olan ve Batılı Devletlerin ancak XVII. asırda kavramaya çalıştığı bu esası, Hz. Ömer şöyle açıklamaktadır: "İslâm'da hiç kimse haksız olarak tevkif edilemez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz" .Kur‘an'ın "Hiç bir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekemez" düsturunu benimseyen Osmanlı Devleti'nde, insanlar işledikleri suçlardan şahsî olarak sorumludurlar. Osmanlı Kanunnâmeleri, kadı ma‘rifetinsüz yani mahkemenin kararı olmadan hiç bir cezanın infaz edilemeyeceğini ve kimseden bir habbe ve bir akçe alınamayacağı, yüzlerce yerde, başından beri sağlam esaslara bağlamışlardır. İsterseniz bazı kanun hükümlerini aynen nakledelim:
"Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapsetmeyeler, yazıp Dergâh-ı Alîye arzedeler. Meğer ki, şenâ‘at-i azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olub kefil bulunmayıcak hapsedeler." .

"Mücrim olan kimesne teftiş olunmadın veyahud üzerine zâhir olan şenâyi‘ şer‘le ve örfle yerine varmadın sancakbeği ve subaşısı ve adamları nesne alub salıvermek memnû‘dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur.

....amma mücrim ve müttehem olan kimesne mütemerrid ve mu‘annid olub da‘vet ile mahkemeye gelmekden imtinâ‘ eyleye, berây-ı ta‘zir cebr ile bilâ-ta‘zîb mahkemeye getürmek memnû‘ değildir." .
Zikredilen kanun hükümlerinin, asrımızın dahi yüz karası olan işkenceyi de şiddetle yasakladığını açıkça görüyoruz. Buna şu hadiseyi de ilâve ederek bu mevzuyu tamamlayalım: Rumelideki Hristiyan nüfusun çokluğunu gören ve bundan ürken Yavuz Sultan Selim'in bunları cebren müslüman etme tasavvuruna karşı, şeyhülİslâm Zenbilli Ali Efendi'nün "Madem ki, onlar ra‘iyyetliği kabul etmişler. Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhâlifdir" diyerek, hem gayr-ı müslimlerin dahi şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru‘ sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı çok açık bir şekilde ifade etmektedir .

2- İnsana Ve Onun Hukukuna Gösterilen Saygıda Müslüman-Gayr-i Müslim Ayırımı Yapılmamıştır

Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti'ne ait topraklarda yaşayan gayr-ı müslimler hususunda da, "şer‘-i şerif" dedikleri hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nde "şer‘-i şerif" denilen İslâm hukukuna göre, müslümanlarla sulh yapan ve müslüman bir devletin hâkimiyetini kabul eden gayr-ı müslimlere "zimmî" adı verilmektedir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve "şer‘-i şerif" ne diyorsa öyle muamele yapılır.

Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan zimmîlerin, müslümanlardan farklı oldukları yönleri elbetteki vardır. Ancak bu farklılık, din ayrılığından doğan bir farklılıktır. İnsan olarak aynı saygıyı görmüşlerdir. Meselâ, müslümanlar, İslâmda bir ibadet çeşidi olan zekâtla mükellef oldukları halde, gayr-i müslimler mükellef değillerdir. Onlar, güç ve kazançlarına göre mikdarı değişen, senede bir defa adam başına "cizye" denilen bir vergi verirler. Fakirler, işsizler, din adamları, yaşlılar ve hastalar bu vergiden muaftırlar. Gayr-ı müslimler, cihâd yani askerlik yapmak mecburiyetinde değillerdir. Aile hukuku, miras hukuku ve dinlerinin gereği olan diğer hukukî mevzularda, kendi inandıkları hukukî hükümlere tâbi‘dirler. Bütün bu ve benzeri şer‘î hükümlerin yanında, gayr-ı müslimlerin can, mal ve namusları, müslümanlarınki gibi dokunulmazdır. Muhtaç gayr-ı müslimler, sosyal haklardan aynen yararlanırlar. Bazı istisnaların dışında, devlet hizmetini ifa ederler; mezarları ve ölüleri hürmet görür. Bütün hukukî davalarda, gayr-ı müslim ile müslüman arasında fark yoktur. Bu dediklerimize, İstanbul'daki kiliseler, havralar, mezarlar; arşivlerdeki belgeler ve Yorgi'ye karşı Ahmed'i, Dimitri'ye karşı Osman'ı mahkûm eden binlerce mahkeme kararları, en büyük delillerdir .

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul'u kılıçla fethettiği halde, sırf sulh yolunun burada yaşayan gayr-ı müslimlere daha yararlı olmasından dolayı, araya giren bazı papaz ve hahamların arzu ve ısrarlarıyla, İstanbul'u sanki sulh yoluyla fethetmiş gibi kolaylıklar göstermiştir. Osmanlı hukukunun mimarlarından olan Ebüssuud Efendi, İstanbul'daki kilise ve havraların devamını, bu ince anlayış ve insana saygılı muameleye açılmaktadır . İsterseniz Galata zimmîlerine verilen Ahidnâme'den bazı hükümler iktibas edelim ve bu belgeyi ibret-i âlem için aynen alalım:
"Ben Ulu Padişah ve Ulu şehinşah Sultan Muhammed Hân bin Sultan Murat Hânım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdigâr hakkı içün ve Hazret-i Resûlün -Aleyhis-Salâtü Ves-Selâm- pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve 124 bin peygamberler hakkı içün, dedem ruhu içün ve babam ruhu içün, benim başım içün ve oğlanlarım başı içün, kılıç hakkı içün......

Kabul eyledim ki, kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-geldiyse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler.

Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bil-cümle metâ‘ları ve avretleri ve oğlancıkları ve kulları ve câriyeleri kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte‘ârız olmayam ve üşendirmeyem.
Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi, deryadan ve karadan sefer edeler, kimesne mani‘ olmaya, mu‘âf ve müsellem olalar.
Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alub mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar.
şöyle bileler, alâmet-i şerife i‘timâd kılalar." .
İnsana ait bütün hak ve hürriyetlere, Osmanlı Devletin'de nasıl saygı ve itina gösterildiğini izah için, müstakil bir kitap kaleme almak icabeder. Bu sebeple zikredilen kadarıyla yetinip, hukuka ve Osmanlı Devleti'nin hukuk sisteminin temelini teşkil eden "şer‘-i şerif" ve "kanun-ı münife ne derece saygı duyulduğunu göstermek için ayrı bir başlık açacağız ve Osmanlı Devleti'nin, çağdaşı olan devletlerle mukayese edilemeyecek üstünlükte bir hukuk devleti olduğunu, ancak bu esaslardan taviz verilince her düzeninin bozulduğunu göstermeye çalışacağız.

IV- OSMANLI DEVLETİNDE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE HUKUKA SAYGI

Özellikle yükselme devrinde, Osmanlı Padişahlarının hukuka karşı duydukları saygıları ve adaleti icradaki titizlikleri, inkâr edilemez tarihî bir hakikattır. Bir devlet, kuvvet kanunda olduğu müddetçe ayakta durur; aksi takdirde yani kanunun kuvvette olması durumunda, devlet, kudret ve kuvvetini kaybeder. Günümüzde "hukuk devleti" diye dillerde dolaşan bu mananın, tarihin altın sayfaları içinde müslüman atalarımızda tezâhür ettiği bir gerçektir. Elbetteki bu hal, hukuk ve ilim adamlarının şahsiyetiyle de doğru orantılı olan bir meseledir. Konuyu daha iyi takdim edebilmek için yaşanmış olaylardan birini burada zikretmek istiyoruz:

Zaman, Kanunî Sultan Süleyman'ın zamanıdır. İlmin izzeti ve hakkın hatırının hiçbir hatıra feda edilmemesiyle alakalı bir hâdise yaşanmaktadır. Hâdisenin kahramanları, zamanın Osmanlı şeyhülİslâmı Ebüssuud ile Osmanlı padişahı Kanunî Sultan Süleyman'dır. Hâdiseye sebep olanlar ise, Ayasofya Vakıflarına bağlı dükkanların kiracılarıdırlar. İslâm hukukunda, vakıf malların kira bedelleri, her sene yeniden ayarlanır ve düşük olan kira bedelleri râyiç kira bedeli yani ecr-i misil seviyesine yükseltilir. Mesela, vakfa ait bir dükkânı 10.000 akçeye kiralayan A, bir sene sonra, eğer dükkânın râyiç kira bedeli (ki buna ecr-i misil denir) 11.000 akçeye yükselirse, ya bu kirayı vermeyi kabul edecektir ya da bu bedeli verene dükkân yeniden kiralanacaktır. İşte Ayasofya Vakıflarına ait dükkânların kira bedelleri, kısmen de olsa yükselmiştir. Kiracılar ise, mütevelliler yoluyla Padişah'a müracaat ederek, "vakıf dükkânların mevcut gelirinin giderlere fazlasıyla yettiğini, yani vakfın zengin olması hasebiyle kira bedelini arttırmaya ihtiyaç bulunmadığını ve de kendileri de müslüman oldukları ve muhtaç oldukları için, vakfın malını az da olsa kendilerinin yemesinin zararı olmayacağını" arzederler. Padişah da, hem vakıf mallarının gelirinin fazlalığından dolayı ve hem de kiracıların sızlanmalarını nazara alarak, vakıf malların kira bedellerinin bu senelik arttırılmaması için ferman vermiştir. Fermanı, uygulamacı kadılara tamim edilmek üzere kiracılar ve mütevelliler, şeyhülİslâm Ebüssuud'a getirince, Ebüssuud, fermanı okumuş ve hukuka aykırı olan bu fermanı şiddetle reddederek şu tarihî cevabı vermiştir:

"Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz. Zira Parişahın emriyle nâ-meşrû‘ olan şey meşrû‘ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur. Bu hususlarda emr-i şer‘-i şerif budur. Bir türlü dahi değildir. şer‘i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur‘an'daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır." .

V- SONUÇ

Özellikle Osmanlı Devleti'nde, insana ve hukuka saygının, bize anlatılan ve peşin fikirli bir kısım ilim adamlarının kitaplarında yazılan gibi olmadığını, zikredilen misâllerden anlıyoruz. Ancak bütün bu anlatılanlardan kasdımız, Osmanlı Devleti'nin 600 senelik ömrü boyunca aynı seviyede insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı gösterdiğini iddia etmek değildir.Zaten yükselme dönemindeki hukuka ve insana saygı aynen devam etseydi, Osmanlı Devleti bugüne kadar devam ederdi ve yıkılmazdı. Ancak biz, mevcut suiistimalleri ve uygulama hatalarını kabul etmekle beraber, zikrettiğimiz belge ve olaylarla, yapılan bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. O da, sanki Osmanlı Devleti'nde insana ait hak ve hürriyetlerin, 1839 tarihli Tanzimat, 1856 tarihli Islâhât ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî ile, o da eksik olarak kabul edildiği şeklindeki iddialardır. Halbuki yapılan izahlar göstermiştir ki, bu fermanlar ve Kanun-ı Esasî, eskiden beri var olan hak ve hürriyetleri, sadece yazılı hale getirmiş ve uygulamadaki hatalara ve suiistimallere dikkat çekerek eskiden olduğu tarzda hak ve hukuka ri‘âyet edilmesini ısrarla tekrar etmişlerdir. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hukukçunun, 1895 yılında, "şer‘-i şerif" ve "kanun-ı münif" diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid'e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:

"şer‘-i şerifde ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, bir çok hukukî hükümler vardır ki, bazıları pek yakın bir zamanda Avrupa'ya girebilmiş ve daha bir çok insânî hükümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere, insana ve hukuka saygının ifadesi olan şu hükümleri sayabiliriz: Ehlî hayvanların himaye ve korunması; mahkemelerde davaların meccânen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksizin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare etmesi; müslümanların ve gayr-ı müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve itiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler...." .
O halde 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, hukukî hükümlerin icra edilmemesinden dolayı devletin felâketlere sürüklendiğini, mevcut şer‘î hükümlerin icrası ve hukukun hâkim kılınması gayesiyle yeni hukukî düzenlemeler yapılması gerektiğini ve özellikle can, mal ve namus güvenliği için askerî, cezaî ve malî düzenlemelerin yapılması icabettiğini vurgulamaktadır ki, zaten bunlar, eski Osmanlı Hukukunda yani şer‘-i şerif ve kanun-ı münifde de vardır. Eksik olan uygulamadır. 1856 tarihli Islâhât Fermanı olarak vasıflandırılmış ve sadece gayr-ı müslimlere bazı imtiyazlar verilmesi için Batılı devletlerin siyasî baskıları sonucu ilan edilmiştir. Zira muhtevasında istenen haklar, zaten şer‘-i şerif ve kanun-ı münif denilen Osmanlı Hukukunda da vardır. Arzu edilen, gayr-ı müslimlerin Osmanlı Devleti'nde hâkim sınıf haline gelmeleridir ve maalesef zamanla gelmişler ve Osmanlı Devleti'ni yıkmışlardır.1876tarihli Kanun-ı Esâsî'nin ise, eskiden beri var olan insana ait hak ve hürriyetleri, Batılı devletlerin istediği üslupla yazılı hale getirilmesinden ibaret olduğunu esefle müşahede ediyoruz.

Netice olarak, insana ve hukuka saygı konusunda, Osmanlı Devleti'nin arşivleri açılsa, Türk Milletinin yüzünü kızartacak tek bir belgeye rastlanılamayacaktır. Çağdışı olan gayr-ı müslim devletlerde ise, yüzlerini ağartacak belgelerin sayısı, maalesef bir elin parmaklarından daha azdır. Belgeler ve tarihî olaylar böyle konuşmaktadır.




birdaha ki iletimde vahdettin olayını anlatacagım
iyi günler turk ve türkiye sevdalısı
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Pts Arl 13, 2004 1:41 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

asenaturk


Vahdettin hiç bir zaman bu ülkenin çıkarı olmayacagı bir şeye bir işe imza atmamıştır. BAk Atatürk hem türk ulusunu koruyabilmek hemde kendi basarısını ispatlayabilecegi yeni bir cumhuriyet kurmak istiyordu. Fakat ali osmaniye ye de bunu alenen söyleyemezdi nitekim bence bunda haklıydıda eger Vahdettin iyi bir adam osmanlı iyi bir devlet deseydi, millet ozaman sen necisin diyecekti ve Türk milleti esaret altında kalacaktı. Bu sebeple vahtettinin verdigi görevle gittigi samsunda bile ordudan kovulmasının an meselesi oldugunu ist hükümetinin ülkeyi satılıga çıkardıgını söylemiştir bu uzun bir mesele umarım bu kadarı kafidir. Arıca vahdettine ingiliz fransız italyan vs.. hükümetleri dünyanın sayılı zenginleri arasına girecek kadar, büyük teklifler yapmış fakat müslüman bir türk olan Vahdettin bunları şiddetle geri çevirmiştir. Düşüne biliyormusun 1200 gemilik ingiliz yunan donanması haliçte toplar yıldız ve dolmabahçe saraylarına çevrilmiş ama o hala kurtuluş yakındır diyor ve bir senede tam 16 kilo vererek . Bu güne kadarki en zayıf osmanlı padişahıdır. Türlü hastalıklara yakalanmıştır ki buna sebep ülkenin geldigi konumu hazmedemeyişidir. Yinede doktorların verdigi tavsiyeleri dahi kabul etmior. Ve sen bu konuda meclis arşivinden vahdettin oylamasına girebilirsin Vahdettin yurt dışına fransaya sürgüne gönderiliyor. Ve malesef böyle bir şahsiyet fransız hükümetinin verdigi evde kalmak verdigi yemegi yemek istemiyor paris caddelerinde şerefiyle açlıktan ölüyor bilgilerinize ........... bu arada tabiki saygıdeger Atatürk ün yaptıgı bence dogru eskiye o gün kötü demeseydi yeniyi kimse benimsemezdi ... iyi günler
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
EgE
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Mar 14, 2003
İletiler: 1129
Şehir: EGE DENİZLİ

İletiTarih: Sal Arl 14, 2004 12:40 am    ileti konusu: asena asena Alıntıyla Cevap Gönder

asenaturk demiş ki:
Konu Aleviler ile ilgili değil mi? :o :o Aleviler ile ilgili değil de başka ne yazabilirim söyler misin? :D :D


Evet güzel kardesim konu kizilbas Türklügü alevilik bu dogru. Fakat sen bu yoldan baslayip SÜNNI´lere hatta OSMANLIYA kadar ters laflar yazmaya basladin. Hele hele Osmanliya karsi kinini ve nefretini dökmeye basladin konuya. Kisacasi haddini astin! Tarihimizi artik nerden bilgi edindiysen sacmaliklarla lekelemeye basladin. Hani bende o yüzden sana dedim, sen alevimisin? Aleviysen bize ne? Peki o halde DERDIN ne osmanliyla? Aleviysen alevisin o zaman ama hem Türkcü, ülkücü milliyetci olupta, osmanliya neden laf atiyorsun? Bu kizilbas konusu osmanliya kini ve nefreti olanlarin konusumu o zaman?

asenaturk demiş ki:
Tip olarak ilgisi yok diyorsun ya... Bana bir Türk'ün TİPİNİ tarif edermisin. LÜTFENNN.... Bir Türk nasıl olmalıdır? Kumral, ela gözlü, orta boylu, dalgalı saçlı... Böyle bir tanım ortaya atmıştı birileri. Şimdi böyle olmayanlar Türk değil mi? EGE: Lütfen bir Yörük Türkmeni ile bir Azeri Türk'ünü yan yana düşünür müsün? Yörük sarışın, Azeri esmer. Yörük iki kaşlı, Azeri tek kaşlı gökbörü. Yörük beyaz tenli, azeri kara tenli. Yörük renkli gözlü, Azeri kara gözlü. Birbirlerine hiç benziyorlar mı? Hangisi Türk değil dersin? Hem ırk sınıflandırılmasında KAFATASI ÖLÇÜLERİ kullanılır. TİP olarak belirlenen bir tipe herkesin uyma olasılığı yok. Unutmayalım.


Kumral, ela gözlü, orta boylu vs gibi tanimlar ortaya atmisti birisi diyorsun. Bende sana soruyorum ne alaka simdi? O tanimlari ortaya atana sor kardesim bana degil. Haa TÜRK´ün TIP tarifine gelince, bu cok kolay! Bir TÜRK TIP olarak asla bir kürde benzemez, diger taraftan bir kürt´de TÜRKE benzemez. Bu kadar basit! Etrafimda baya kürt var, TIPLERI bambaska, sanmaki egeli oldugum icin böyle düsünüyorum, hayir! Dogulu güneydogulu TÜRK arkadaslarimda birsürü var burda, ama bunlarin kürt olmadiklari hemen anlasiliyor!

asenaturk demiş ki:
Ege senden birşey rica edeceğim. Allah aşkına bir daha YAW diye yazma. Aslında kendi bileceğin iş, karışmakta pek doğru değil. Ama Türkçe'de W işareti yok değil mi? :?: :?:


Evet güzel kardesim benim bilecegim is, karisman pek dogru degil. Ama ilgin icin tesekkürler yinede. :wink:

asenaturk demiş ki:
Ben hiç Güneydoğu'ya gitmedim. Doğrusu Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, İstanbul sınırlarını aşmadım. Çervemde de KÜRT yok. O nedenle pek kimseye böyle şeyleri söyleme olasılığım yok... Ama yazdıklarıma inanıyorum...


Ya kardesim kürtler sirf güneydoguda degil, o saydigin sehirlerdede var. Yani simdiye kadar karsina hic kürt cikmadimi senin? Desene sen hic bir kürtle karsilasmamissin ve buna ragmen kürt alevilerinin aslinda TÜRK oldugunu söyleyebiliyorsun. Bu bilgileri nerden aldin sasiyorum sana inan. Cidden bak bu sacmaliga nasil inaniyorsun sen? Bu kürtlerin alevileri aslinda daha cok bölücülük yapanlardir, daha cok pkk´yi destekleyenlerdir. Tam koyusu. 100 pkk´li varsa emin ol 60´i kürt alevisi, 30´u kürt sünni´si, diger 10´uda dinsiz imansiz, hiristiyan vs. Yani kürt alevilerinin TÜRKlerle alakasi yok, TÜRK degiller! Yani yazdigin hikaye güzel, beynimiz bazi gerceklerle dolu olmasa inanacagiz bide senin yazdigin sacmaliga. :P

asenaturk demiş ki:
Oradan buradan yazı kopyaladığım yok. Benim alıntı yaptığım yazılar bile bilgisayarımda bulunan yazılardır. "DEMİŞ Kİ" diye yazdıklarımın bulunduğu bir site gösterin ki bende KOPYALADIĞIMA inanayım...


Peki kopyalamiyorsunda, daha önceden bilgisayarina nasil geldi bu yazilar? Yoksa kitaplardan alinti yapip teker teker kendinmi yazdin ve bilgisayarina ekledin? Neyse önemide pek yok zaten bircogu sacma yazdiklarinin. :wink:

asenaturk demiş ki:
Emredersiniz KOMUTANIM!!! :P Başka emriniz var mı???


Yok askerim simdilik yok ama tekrarlamakta fayda var diye düsünüyorum. Alevi olabilirsin problem degil, benim icin önemli olan TÜRK olman ve Türk milliyetcisiysen bu beni daha cok sevindirir. Fakat sakin birdaha osmanliya laf atma kardesim. Kizilbasligi aleviligi güzel sekilde anlatacaksan anlat ama bunu osmanliyi kötüleyerek yapma! Hem birlik beraberlikten bahsediyorsun hemide osmanliya karsi olanlar olmayanlar gibi bir ortam yaratmaya calisiyorsun.

ALLAH´a emanet ol.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder Kullanıcının web sitesini ziyaret et
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Çar Arl 15, 2004 9:38 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

kadir 21 ve turhanbey e

ben dün geceden beri yazılarınızı okuyorum. siteye yeni üye oldum. Çok saçma şeylerde okudum ama siz ikiniz lede ne yaparsanız yapın arkanızdayım. Ben ülkücülüge TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ ANLAYIŞIYLA BAKAN TÜM ÜLKÜCÜLERİN arkasındayım...



Burak Yahyaoglu
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
yahyaoglu
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 13, 2004
İletiler: 655
Şehir: TÜRKİYE

İletiTarih: Çar Arl 15, 2004 9:46 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Ayrıca alevilerle bir sorunum yok ama islamı saptırmayanlarla. Ben şu an ikinci üniversitemi okuyorum. İlki GAZİ üniversitesiydi Şimdi ise Konyadayım her iki şehirde de bir çok aleviyle tanıştım. Ne ramazan ayında oruç tutan nede NAMAZ kılan birine raslamadım. Şarkıyla türküyle ibadet olmaz . Şunuda kabul ediyorum bende namaz ve oruç konusunda eksiklerle dolu olabilirim. Ama yaptıgımın hata oldugunu ve günah oldugunu biliyorum. Gercek alevilerin de sonuna kadar destekliyicisiyim HZ ALİ gibi bir yigidi eminim her müslüman sever.

selamlar:)
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
AliMirza
Yeni Üye
Yeni Üye



Kayıt: Dec 09, 2004
İletiler: 2

İletiTarih: Pzr Arl 19, 2004 6:24 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

ALEVİLER’İN ETNİK KİMLİĞİ

ALEVİLER,KÜRT MÜ? TÜRK MÜ?

CEMAL ŞENER






Alevilik, Sünnilik, Hıristiyanlık, Musevilik, Katolik, Ortodoks vs. ayrımları dinsel ayrımlardır. Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Arnavut vs. ayrımlar ise etnik ayrımlardır.

Aleviler’in dinsel kimlikleri gibi etnik kimlikleri de konu ile ilgili araştırmacıları oldukça ilgilendirmiştir.

Martin Van Bruınessen de bunlardan birisidir. “Alevi Kürtler’in Etnik Kimliği Üzerine Tartışma”(1) başlıklı yazısında Bruınessen şöyle yazıyor:“Ritüel dili olarak neredeyse tamamen yalnız Türkçe kullanan ve hatta çoğu Türkçe aşiret adlarına sahip olan Kürtçe ve Zazaca konuşan Aleviler’in varlığı bir çok yazarın izahat kabilinde hayal gücünü meşgul etmiş bir vakadır. Hem Türk, hem de Kürt milliyetçilerinin bu grupların muğlak kimliklerini kabul etmekte güçlükleri olmuş ve bunlar sıkıcı ayrıntıları örtbas etmeye çalışmışlardır.”

Bruınessen’in yukarıda yazdıklarından şu sonuçlar çıkıyor: a) Kürtçe ve Zazaca konuşan Aleviler’in neredeyse tamamı ibadet dili olarak Türkçe konuşuyorlar; b) Kürtçe ve Zazaca konuşan Aleviler’in çoğu Türkçe aşiret adları taşıyorlar; c) Kürtçe ve Zazaca konuşan Aleviler’in bu ikili kimlik belirtileri Kürt milliyetçileri ve Türk milliyetçilerinin kendilerinin kaygıları yönünde ilgisini çekmiştir.

Bu yazılanlardan bazı çıkarsamalar yapmak gerekirse; Aleviliğin Türkler’le tanışması İslam’la tanıştığı yıllara yani 10.-11. Yüzyıla dayanır. Demek ki bu kitle Alevilik’le tanıştığı yıllarda Türkçe konuşuyormuş. Ritüel dili yani ibadet dili o yıllardan kalmış olabilir. Daha sonra Kürtçe ya da Zazaca öğrense de Türkçe’nin yerini alamamış. Türkler’in Anadolu’daki Osmanlı ile ilişkileri düşünüldüğünde Osmanlı’nın Kürdü ya da Ermeni’yi Türkleştirmesi olasılığı yok. Tam tersine Osmanlı Türk ve Alevi karşıtı olduğu için Alevi Türkmen malını kurtarması için Kürtçe ya da Zazaca konuşan bölgeye sığınması daha büyük olasılıktır. Bruınessen’in Kürtçe ve Zazaca konuşan Aleviler için “muğlak kimlik” nitelemesi bu durumdan kaynaklanıyor olabilir.

Araştırmacı bu kesime; Muş, Varto ve Hınıs bölgelerinde yaşayan; Kurmanci konuşan Hormek Aşiretini, Zazaca konuşan Lolanlılar’ı saydıktan sonra bunlara; Dersim Şeyh Hasan Aşireti ile akraba olduklarını kabul eden Koçgiri Aşireti’ni de ilave ediyor.

Bruınessen; Tunceli yöresindeki Aleviler’in dinsel ayinlerde kullandığı dille ilgili olarak ise; “Bununla birlikte daha özgül Alevi dinsel adetleri Dersimliler’i, Alevi Türkler’e yakınlaştırır. Gülbank ya da nefeslerinin çoğu Türkçe’dir; Ve 1920’den önce de kesinlikle öyleydi.” Dedikten sonra bu dediklerine tanık olarak Dersim bölgesini iyi bildiğine inandığı iki kişiyi gösteriyor. Nuri Dersimi ve; “Erzincan Valisi olan ve bölgeyi çok iyi bilen Ali Kemali’ye göre, hiç Kürtçe gülbank yoktur” diyor.

Bruınessen; “Dersim Alevileri’ni Türkler’e yakınlaştıran bir diğer adet, merkezi Hacı Bektaş Tekkesi ile olan ilişkilerdir” diyor. Hacı Bektaş’ın araştırmacı Molneux-Seel (1914:66) tarafından da Dersim dışındaki en önemli hac merkezi olarak gösterilmiştir diyor. Buna ek olarak da; “Bununla birlikte Batı, Dersim’deki üç küçük seyit soyu, Ağuçan, Derviş Cemal ve Sarı Saltuk Hacı Bektaş’ca tayin edilen halifenin neslinden geldiklerini” söylüyor.

Osmanlı belgelerinde Cevdet Türkay’ın(2); “Konar-göçer Türkmen Erkadi taifesinden, “göçmen Türkmen Kürtler” olarak yani Kürtleşmiş Türkler’den sözetmesine de değinen Bruınessen; Dersim’in kimliği ile ilgili olarak şu tesbitleri de yazıyor:

“Dersimliler’in nereden geldikleri sorusunu akla getiren ve hem resmi tarih ekolüne bağlı olanlar, hem de liberaller olmak üzere, bir çok Türk akademisyence bu soruya verilen cevap, bunların Kürtleştirilmiş (ya da Zazalaştırılmış) Kızılbaş Türk aşiretleri olduğudur. Bu varsayım o kadar mantıklı görünür ki bazı Batılı akademisyenlerce de hiç sorgulanmadan kabul edilmiştir. (Örneğin Mélikof 1982, a:145).

Bruınessen; Dersimliler’in nereden geldiği varsayımında; bunların Kürtleştirilmiş veya Zazalaştırılmış Kızılbaş Türk aşiretleri denmesinin Osmanlı belgelerinde olduğu gibi Batılı akademisyenlerce hatta kendi kanaatimce; “Bu varsayım o kadar mantıklı görünür ki” demesi ciddiye alınmayacak tesbitler değildir.

Bruınessen, “Yüzyıllar boyunca izleri sürülebilecek olan bazı aşiretler dillerini Türkçe’den Kürtçe’ye ya da tam aksi şekilde değiştirdiler; bu aşiretlerin mensuplarının kompozisyonları da zamanla kaymış olabilir” dedikten sonra; “yalnız bir tek büyük Dersim aşiretinin, Balaban’ın Türk olduğu, Yörükan taifesinden olduğu söylenir. Balaban aşiretinin Zazaca konuşmasına rağmen, bugünkü komşularının kabul eder göründükleri bir ad” diyor.

Bu tespitten de; Balaban aşiretinin Türk olduğu, Alevi olduğu ama buna karşın Zazaca konuştuğu anlaşılıyor. Yani; Zazaca’yı sonradan öğrenen bir Türk aşireti olduğu savı doğrulanıyor.

Bruınessen; konu ile ilgili yazısına, araştırmacı Taylor’dan da saptamalar almış. Yazıda deniyor ki; “Taylor’a (1868:318) Halihazırda Şeyh Hasan Aşireti’nin aslen Horasan’dan olduğu ve Dersim’e yakın zamanda Malatya yakınındaki Alacadağ bölgesinden geldiği söylenmiştir.”

Taylor’un verdiği bu bilgi başka kaynaklar tarafından da doğrulanıyor. Şeyh Hasan’ın Arapgir Onar köyünden Dersim’e geldiğini ve halen köyünün yaşadığını köydeki belge ve bilgilerin bunu doğruladığı biliniyor. Başka bir şey de biliniyor. Dersim’de Zazaca konuşan Şeyh Hasan Aşireti’nin Malatya’daki köyünde Zazaca konuşan bir tek kişi yoktur. Bu da Zazaca’nın sonradan öğrenildiğini gösterebilir.

Yazının devamında Bruınessen “Yalnızca Şeyh Hasan değil, ama bazı başka Dersim aşiretleri (İzol, Hormek ve Şadilli) de, temel seyit soyları Kureyşli ve Bamasoran gibi yüzyıllarca önce Horasan’dan gelmiş olduklarını iddia ederler” diyor.

Bruınessen; Kürtçe veya Zazaca konuşan Alevi aşiretlerinin kökeninin Kürt veya Zaza olduğu tezini savunanlara hatta onların Horasan’dan geldiklerinden beri Zazaca ya da Kürtçe konuştukları iddiasına karşın şöyle yazıyor:“Horasan Aleviler’in anayurdu olarak bilinir. Dersimi (N. Dersimi) bunun yanısıra, bu aşiretlerin bölgeye vardıklarında halen Zazaca konuştuklarını, hatta kendi zamanında bile sözde seyitlerin Türkçe konuşmadıklarını vurgular” dedikten sonra bu yaklaşımın; “Bu aşiretlerin Türk olduğunu iddia ederek teyit için Horasan bağlantısını gösteren” düşüncelere karşı bir tepkisel tavırdır” diyor ve sonra 1930’larda bile birkaç aşiretin kendilerini Moğol işgalinden önce Doğu Anadolu’ya gelen askeri bir macera olan Celalettin Hazemşah’ın askerlerinin ardılları olduğu söylenir. 1930 yıllarındaki bir Türk istihbarat raporundan şöyle sözediyor: “Pülümür bölgesindeki yaşlı erkeklerin hala Celalettin Harzemşah’a dair efsaneleri hatırladıklarını Büyük Baba Dağı’nın onun mezarı olarak sayıldığını ve bu yüzden aynı zamanda Sultan Baba olarak da bilindiğini kaydeder” diyen Bruınessen bu olayın doğru olup olmadığı konusunun tartışmalı olduğunu yazadursun, Pülümür kökenli dikme dede Pir Ahmet Dikme 1999 Kasım’ında “Haykırıp Duyuramadıklarım”(3) adını verdiği kitapta konu ile ilgili bakın ne yazıyor:“Moğolların baskılarına dayanamayarak yurdunu terk etmek zorunda kalan Muhammet oğlu Celalettin Harzemşah’ta yer yer çarpışarak, batıya doğru ilerler ve bir çatışmada yaralanır. Yaralı olarak dostu ve sırdaşı olan Şeyh Hasan’ın yanına gelir ve orada bir Kürt tarafından öldürülür. Öldürüldüğü haberini alan 2. Alaattin Keykubat şöyle der:“Celalettin Harzemşah bir Kürt babayiğidinin elinde can verdi. Allaha hamdü senalar olsun.” (Bilal Aksoy, Tarihsel Süreç İçerisinde Tunceli, s. 134-135) diye aktardıktan sonra Pülümür’lü dede Pir Ahmet Dikme şöyle yazıyor: “İşte bu şekilde öldürülen Celalettin Harzemşah, bizdeki kaynaklara göre, beraberindeki oğlu Mehmet’i Şeyh Hasan’a emanet eder. Şeyh Hasan evvela saygı duyduğu dostu Celalettin’in naaşını götürüp Dojik Dağı’nın zirvesine defneder ondan sonra da Celalettin’in oğlunu kendi himayesine alır, üç dört yıl sonra da Mehmet’i kendi kızı ile evlendirir.”

Harzemşahlar’ın Türkistan’dan gelen Türkmen boylarından Beydilli Türkmen aşiretine mensup bir kol olduğu da bu yazılanlara eklenirse durum daha açıklık kazanabilir. Pir Ahmet Dikme işte bu tarihsel alt yapıyı bilerek kalkıp şöyle yazabiliyor:“Munzur dediği dağın güney yakasında bir tek Kürt yoktur. Orada yaşayan Şeyh Hasan Aşireti tamamen Horasan kökenli Türkmenler’dir. Daha doğuya, Pülümür’e doğru gelindiğinde ise, Areli, Lolanlı, Şahvelanlı, Kemanlı, Çerekanlı ve daha bir çok aşiret oturmaktadır. Bu aşiretlerden hiç biri Kürt değildir. Tamamı Türk kökenli aşiretlerdir. Ben bu konuyu her platformda tartışmaya hazırım” diyor 1937 doğumlu bugün 65 yaşında olan Pir Ahmet Dikme Dede.

Bruınessen; Bingöl, Muş, Varto’da yaşayan çoğu Hormek, Lolan ve Balaban aşiretine mensup Aleviler için “Kendilerini Kürt addetmeye daha az meyillidirler” dedikten sonra geleneksel düşmanları, hem milliyetçi, hem Sünni Kürt nitelikli Şeyh Sait İsyanı’nda yer aldıkları zaman bu aşiretler, özellikle Hormek ve Lolan Kürtlere karşı çıkarak Kemalist hükümetle kaderlerini birleştirdiler. (Ş.Fırat 1570-1945)” Bu aşiretlerin önde gelenlerinin kendilerini tanımlama biçimi için ise; “Bu aşiretlerin egemen seçkinlerinin bir kısmı, en azından 1930’lardan bu yana kesin olarak kendilerini Türk olarak tanımladılar” diyor.

Bruınessen; Jandarma Genel Komutanlığı tarafından hazırlanan bir raporda şu bilgilerin yer aldığını yazıyor:“Zaza Aleviler’e gelince:Bunlarda mezhep ve ibadet dili Türkçe’dir. Ayinlere iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyettir ki Alevi Zazalık asırlardan beri ihmal edildiği halde Türklük’ten pek de uzaklaşmamış Dersim Alevileri arasında cevap istememek şartı ile Türkçe meram anlatmak mümkündür.” dedikten sonra raporda 20-30 yaşlarından yukarı olanlarla Türkçe ile anlaşmak mümkün iken 10 yaşından küçük çocuklarla Türkçe konuşmak imkanı ortadan kalkmak üzeredir dendiği yazıyor. Raporun sonlarına doğru ise; “Bu netice Dersim Alevi Türkleri’nin de benliklerini kaybetmeye başladıklarına ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana tesadüf edilemiyeceğine delildir” diye yazıyor.

Bruınessen’in yazdıklarından ve Jandarma Genel Komutanlığı raporundan çıkan sonuç; Türkçe’nin unutulduğu onun yerine Zazaca veya Kurmanci’nin hakimiyet kurduğudur. Demek ki; Aleviler önce Türkçe biliyorlar. Türkçe’nin yerini zamanla Kürtçe ya da Zazaca alıyor. Bu durum, Türk Tarihi, Osmanlı Alevi İlişkileri, Osmanlı Kürt ilişkileri ile de koşut sayılır. Osmanlı’da kuruluş yıllarında Türkmen ağırlığı vardı. Bu Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar devam etti. Dönme-Devşirme geleneği Osmanlı’da hakim oldukça Türkmen düşmanlığına koşut olarak Alevi düşmanlığı da arttı. Türkmen’in önünde iki yol vardı. Ya Sünnileşip ümmetçileşecekti veya “Katli vacip”ti. İşte Osmanlı’ya karşı bitip tükenmeyen Celali Ayaklanmaları böyle başladı. Merkezi otoritenin güçleri karşısında yenilen Türkmen’in canını kurtarmak için tek yol kalmıştı. Kuş uçmaz kervan geçmez dağ köylerine yerleşmek, Türkçe’yi derhal unutup Kürtçe ya da Zazaca’yı öğrenip canını kurtarmak. İşte Horasan Türkleri’nin Kürtleşme macerası böyle başlıyor.

Bruınessen, yazısının bir yerinde; “Taylor’a göre Dersimliler aslen pagan bir Ermeni neslin ardıllarıdır” diyor. Bu iddiaya göre ise, Dersimliler Ermeni’dir anlamı çıkıyor. Dersim’de Doğu Anadolu’nun çeşitli yörelerinde olduğu gibi Türkler’in gelmesinden önce çeşitli Hıristiyan topluluklar yaşıyordu. Bunları Türkler gelince hemen sihirli bir güç ile yokedecek değillerdi. Bu farklı kültürler yüzyıllarca yan yana yaşadı. Birbirini karşılıklı olarak etkilediler. Ve bu süreç günümüze dek geldi.

Alevilikte dedelik, ocak geleneği ile yaşar. Babadan oğula geçerek yaşar. Sahte dede veya ocakzadeler türemediği sürece dede ocaklarının bozulma şansı çok azdır. Bu nedenle Dersim bölgesinde dede ocaklarının tümü kendilerinin Horasan’dan gelen Türkmen Aşireti olduğunu savunur. Dede ocaklarının Ermeni veya Kürt olma olasılığı hiç yok denecek kadar küçük bir olasılıktır. Ama çeşitli tarihsel karmaşa dönemlerinde Hıristiyan topluluklar Ermeni, Kafkas, Rum, Rus vs. Dersim’e veya herhangi bir Alevi yerleşmeye yerleşmiş olanların yanına sığınmış olabilir.

Nitekim nüfus sayımlarına baktığımızda örneğin 1885 nüfus sayımlarında Dersim’e bağlı Mazgirt kazasında; 32.998 kişinin, 22.177’sini Müslüman kesim oluştururken, 10.637 kişiyi Ermeni Gregoryanlar oluşturuyor.

Araştırmacı Ali Kaya; Dersim Tarihi(4) adlı kitabında; İbni Batuta’nın 1333-34 yıllarında Kuzey Dersim’e uğradığında iki Türkmen kabilesi olan Karakoyunlu ve Akkoyunlular’ın birlikte Moğollar’la sürekli savaştıklarını belirtiyor.(s. 125) Bu kalıntıları bugün Dersim yöresinde mezar taşlarındaki koç resimlerinde izlemek mümkün. Yine Ali Kaya aynı araştırmasında; “Alaattin Keykubat Bağın’ı ziyaretinde Şeyh Mansur’a bir secere vermiştir. Bu secere, Mazgirt ilçesinin Şöbek köyünde Seyyit Cafer oğullarının evinde muhafaza edilmektedir. Secere ile ilgili ise okuyucuya şu bilgiyi vermektedir:“Bu secerede 12 aşiretin Türk aşiretleri olduğu söylenmektedir. Bunlardan Hıran (Cafer’in kardeşi olup Ali dost oğullarıdır) Koçgiri, İzol aşiretlerinin yanı sıra Hormek aşiretinin de Şöbek köyünde oldukları söylenmektedir” diyerek Ali Kaya bu konuda verilen bilgileri doğrulamaktadır





KOÇGİRİ AŞİRETİ,KÜRT MÜ? TÜRK MÜ?





Alevilik araştırmaları denilince İréne Mélikoff(5) adından söz etmemek olur mu?Peki bu konuda Prof. Mélikoff ne düşünüyor?Melikoff’a göre; Kürtçe ya da Zazaca konuşan Aleviler Kürt ya da Zaza mı?Yoksa Türk mü? Bakalım bu konuda Mélikoff ne yazmış.

“İlk Safeviler’in taraftarlarının adı olan, fakat giderek horlayıcı ‘asi zındık’, hatta ‘Kürt’ anlamlarına gelmeye başlayan Kızılbaş deyiminin yerini, oldukça yakın bir tarihte Alevi sözü almış bulunuyor. Bununla birlikte, Aleviler’in büyük bölümü Türk olduğu halde günümüzde Alevi deyimi de aynı anlama doğru çekilmektedir.”

Türk sözünün kaba, küçültücü, yaban, köylü anlamı üstüne dururken “İslama girmiş, Müslüman olmuş, Selçuklu hanedanı gibi, kültürü İran’lılaşmış kentli Türk ile, henüz İslamlaşmamış veya yeterince İslamlaşmamış göçer ya da yarı göçer Türk arasındaki uyuşmama dolayısıyla birincisine Müslüman; ikincisine ‘Türk’ denmiştir” diyor.

Bugün Erzincan, Sivas, Elazığ, Muğla-Ortaca gibi yerlerde Sünni Türk’e Türk denmesi ama aynı yöredeki Alevi Türk’e “Kürt” denmesi bu örnekleri anımsatmıyor mu?Ama Ege’deki Alevi ise kendini tanıtırken Alevi kelimesini kullanmadan “Türkmenim” diyor.

Mélikoff; sosyal anlamda kullanılan Türk ve Kürt sözcükleri için düşüncelerini şöyle sürdürüyor:“Nasıl Kaşgarlı Mahmut’un gösterdiği gibi, tat sözcüğü Müslüman olmayan Uygur’u belirtiyor idiyse, Türk de İslamlaşmamış olana deniyordu” diyor ve devam ediyor: “Bu sözcüğün etnik anlamda değil, sosyal bir anlamda kullanıldığı açıktır. Aynı olgu bugün de belli bir ölçüde etnik olmaktan çok, sosyal bir ayrım anlamı ile kullanılan; ve aşiret bağları hala canlı, cemaat dışı bir İslam inanışı ile belli bir yaşam tarzını sürdüregelen Anadolulu anlamında “Kürt” deyimi ile karşımıza çıkar” dedikten sonra Kürtçe konuşan Alevilerin nitelendirilmesine geliyor. Mélikoff diyor ki;

“Araştırmalarım beni Kurmancı denen ve Kürtler olarak tanınan insanlar arasında kalmaya götürdü. Töreleri Orta Asya’ya kadar uzanan Türk töreleri idi. Ölümle ilgili adetler... Al inanışı... Türklerin On iki hayvanlı takvimlerine eski yeni yıl bayramları olan Hızır bayramının kutlanması vb. Sorduğumda, kaynaklarımdan biri bana, ‘Soy olarak biz Kürt değiliz, fakat inançlarımız dolayısıyla eza gördük, dağlara sığındık, Kürtlere karıştık ve Kürtler olarak adlandırıldık’ dedi.”

Mélikoff bu sözü söyleyen kişinin hangi aşirete mensup olduğunu ise şöyle yazıyor:

“Bunu söyleyen, bir çok ayaklanmada etkinliği bulunan tanınmış Kürt aşireti Koçkırı’lardandı. Artık aramızda bulunmayan Ömer Lütfi Barkan’a şüphelerimden sözettiğim zaman, bana Koçkırı adının, dil yönünden Türkçe olduğunu ve Akkoyunlu, Karakoyunlu vb. adlandırmalarla karşılaştırılabileceğini işaret etti. Bunlar, sahip olunan sürülere göre verilmiş, Türk aşiret adlarıdır” diyor.

Ord. Prof. Dr. Ömür Lütfi Barkan sosyal bilimlerde sosyal tarihte, Osmanlı tarihi konusunda ciddiye alınması gereken bir bilim adamıdır. Prof. Dr. İréne Mélikoff konu ile ilgili bulgularını düşünüp taşındıktan sonra bir anlamda hocası ile birlikte yorumluyor ve şu sonuca varıyor:

“Sonuç olarak, bu boylara verilen ‘Kürt’ adı, Alevi Kürtler’de bulunmakla birlikte, onların tümünün Kürt kökenli olması gerektiğini göstermez. Kürtler’in çoğu Şafii mezhepten gerçek Sünnidirler. Aleviler’e takılan ‘Kürt’ lakabı ancak sosyal bir değer taşır, belli bir yaşam biçimini gösterir, resmi Sünniliğe uymayan, aşiret adetleri hala canlı olan ve kendi içlerine kapanmış olarak yaşayan cemaatleri ifade eder” diyor.

Yani Mélikoff, sosyolojik olarak bir Kürt’ün de Alevi olma olasılığına karşın, Koçgiri aşiretinin Kürt olmadığını, Türk kökenli Kürtçe’yi sonradan öğrenen bir Türkmen aşireti olduğunu söylüyor.

Koçgiri konusunda araştırması olan tarihçi Baki Öz’de bu konuda Ömür Lütfi Barkan ve İréne Mélikoff’u doğrulamaktadır. O da araştırması sonucu; Koçgiri aşiretinin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen bir Türkmen aşireti olduğunu esasen İzolu olduklarını Dersim’den buraya yerleştiklerini Şeyh Hasan aşireti ile akrabalık ilişkilerinin bulunduğunu sonradan Kürtleşen bir Türkmen boyu olduklarını yazıyor.(6)





GÖKALP’TEN ÖCALAN’A

(TÜRKMENLER’İN KÜRTLEŞMESİ)







Kürtçe ya da Zazaca konuşan Türkmenler’in varlığını yadsıyanlar arasında Türkmen aşiretlerinin Kürtleşmesi gerçeğini kabul etmeyen bir anlayışa sahipler. Bu düşünce sahipleri Kürt aşiretlerinin Türkleşmesini kabul ederler. Ama tersini Türk aşiretlerinin Kürtleşmesini kabul etmezler. Türkmen aşiretlerinin Kürtleşerek Zazaca ya da Kurmanci öğrenerek varlıklarını sürdürdüklerini kabul etmezler. Onların aslında Kürt ya da Zaza olduklarını varsayarlar.

Halbuki bu olay tarihte çeşitli olaylarda olduğu gibi sosyolojik olarak mümkündür. Çeşitli millet ve milliyetlerin tarihte sıkça dil değiştirdikleri görülmüştür. Resmi dilleri İngilizce olan Hindistan, Pakistan hiçbir zaman İngiliz olmamışlardır. Tarih boyunca Türkler’de çok dil değiştirmişlerdir. Dil değiştirmek milliyetini de değiştirmek anlamına gelmez.

Ziya Gökalp(7); “Türkmenler’e dair yaptığım tetkikatten çıkan neticeye göre, bir çok yerlerde Türkmen aşiretleri Kürtleşmiştir. Mesela Diyarbekir’de Karacadağ’da yaşayan “Türkan/Terkan” (Kürtçe:Türkmenler) aşiretinin bütün fertleri Oğuv ilinin Beydili boyuna mensup halis Türk olduğunu bilirler. Bununla beraber, Türkçe’yi unutarak onun yerine Kürtçe’yi ikame etmişlerdir. Bu aşiretlerden Karakeçili aşireti ise, Osmanlılar’ın ecdadı Kayı boyu ile akrabalık iddiasında bulunmakla beraber kendilerini Kürt zannetmektedirler.”

Ziya Gökalp bu konuya ilişkin adı geçen kitapta sayısız örnek vermektedir. Bir örnekte de; “Yine Siverek’te Bucak isminde bir nahiye vardır. Ki Zazaca konuşur. Halbuki Lazkiye’de Bucak ve Bayır ismindeki nahiyeler Türkçe konuşur” diye yazıyor.

Ziya Gökalp’in bu konudaki tespitlerine yıllarca karşı çıkan, savaş açanlar bakın şimdi neler yazıyorlar. Aşağıdaki yazılanlar da Abdullah Öcalan’ın(8) savunmasından; “Türkmen akınlarının XI. Yüzyılda Kürtler’in yoğun yaşadıkları coğrafyaya akın etmeleri iki halk arasında yoğun bir kaynaşmaya yol açtı. Kürtler’in nisbeten yerleşik konumları bu yüzyıllarda daha çok Türk boylarının erimelerine yol açıyordu.” diyen Öcalan yazının devamında; “Türk üst tabakaları, yerel siyasal kültürle bütünleşip çoğunlukla hakim olurken, alt tabaka daha çok Kürtler içinde erimeyi yaşıyordu” açıklamasında bulunuyor.

Türk basınında “Kürtleşmiş Türk” ya da “dağlı Türk” ifadelerine Kürtçülük adına yıllarca karşı çıkıp dalga geçenlere bakın Öcalan Türkler’in Kürtleşmesi’nde olduğu gibi ne cevap veriyor:“Kürt-Türkü veya Türk Kürdü böyle oluşuyor. Belirgin bir özellik olarak bunu sürekli göz önüne getirmek, sağlam objektif değerlendirmeler için büyük önem taşır. Türk-Kürt kardeşliğine böyle bilimsel yaklaşmak büyük önem taşır.”

Bugüne kadar Ziya Gökalp ya da o çizgide bu konuyu savunanlara ırkçı, Türkçü vs. diyenlere karşı Öcalan artık “Bilimsel yaklaşım” adını veriyor.

Böylece; Kürtçe ya da Zazaca konuşan Aleviler’in süreç içinde bu dilleri öğrenebildiği onların aslen Türkmen olabilecekleri en azından sosyolojik olarak kabul edilebilmelidir. Kürt meselesini en radikal bir söylemle savunan Abdullah Öcalan bile bu tesbitlere katılıyor.



ALEVİLER’İN COĞRAFİ DAĞILIMI



Ülkemizde değişik milliyetlere mensup Alevi ve Bektaşiler’den söz edebiliriz. Örneğin; Orta Anadolu; Tokat, Çorum, Amasya, Yozgat, Hacıbektaş ve çevresi Türkçe konuşan Aleviler’den oluşur. Ege, Marmara ve Trakya’da son yıllardaki göçleri saymazak Alevilik; Türkmenler’den oluşuyor. Akdeniz Toroslar’daki Aleviler de Türkmenler’den oluşuyor. Trakya ve Balkanlar’da Türk Alevileri’nin yanı sıra Arnavut ve Boşnak kökenli Alevi Bektaşiler’le az da olsa Bulgar ve Rum Alevi ve Bektaşiler’den de söz edilebilir.

Zazaca ve Kürtçe konuşan Aleviler’den söz edince esas olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun batısı anlaşılmalıdır. Doğu Anadolu’da Sivas, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Muş-Varto-Hınıs, Erzurum, Kars, Malatya’daki Aleviler Türkçe’nin yanında Zazaca ve Kürtçe de biliyorlar. Ama bu yöredeki Alevilerin 60 yaş ve üstündeki kesim kendisini Kürt ya da Zaza diye ifade etmiyor. Kendisini Türk olarak ifade ediyor. Kürtçe ya da Zazaca’yı sonradan öğrendiğini belirtiyor. Alevi anne babadan doğup kendini Kürt ya da Zaza olarak ifade eden kesim ise genç kesimdir. Onların Kürtlüğü ya da Zazalığı siyasi Kürtlük ya da Zazalık olarak kabul edilebilir.

Maraş-Elbistan, Pazarcık ve çevresindeki Aleviler ise Türkçe’nin yanı sıra Kurmanci konuşurlar. Ama bunlarda dinsel törenlerde Türkçe ayin yaparlar. Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Adıyaman’ın bazı ilçelerindeki Aleviler Kürtçe konuşur. Ama bunlar da Kürtçe’yi sonradan öğrenen Türkmen boylarıdır.

Bunlar dışında Türkiye’de Hatay, İskenderun, Adana ve Mersin civarında yerleşmiş Arap Aleviler’den söz etmek gerekir. Bunlar Aleviliği benimseyen ve kendilerini etnik olarak Arap olarak ifade eden toplumsal kesimdir. Ama bu konuda da farklı görüşler vardır. Arap Aleviler’in Abbasiler döneminde Araplaşan Türkmenler olduğu ifade edilir.

Alman Feldmareşal Moltke, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Doğu Anadolu’nun bir çok yerlerini gezer ve gözlemlerini “Türkiye Mektupları”(9) adlı kitapta topladı. Konumuzla ilgili bir gözleminde General Moltke 6 Nisan 1838’de yazdığı mektupta bazı kesimlerce Kürt-Alevi olduğu iddia edilen Maraş ve yöresinde yaşayan Alevi aşiretleri için bakın ne yazıyor.

“Pazarcık ovasını geçtik. Bu ovada üç Türkmen kabilesi:Atmalı, Kılıçlı, Sinemili’ler konaklamıştı. Bu üç kabile halkı 2000 çadırda oturuyordu. Reşit Paşa, en nüfuzlu Kürt beylerinin akıllarını başlarına getirdikten sonra bu Türkmenler’de hükümete karşı olan sevgi ve bağlılıklarını ilan etmişlerdi ve 400 kese akçelik (20.000 florin) bir salyana (yani vergi) ödüyorlardı.”

Görüldüğü gibi bu yöredeki üç büyük Alevi aşiret olan Atmalıları, Kılıçlıları ve Sinemililerin Türkmen aşireti olduklarını Alman Mareşal ifade ediyor. Üstelik bu tanımı bilinçli yaptığını cümlenin devamından anlıyoruz. Çünkü; Reşit Paşa’nın nüfuzlu Kürt beylerinin akıllarını başlarına getirdikten sonra Türkmenler’den alınan vergiden söz ediyor.

Yine Osmanlı kayıtlarında; Malatya ve Maraş sancağından sözedilirken Cevdet Türkay, Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler adlı kitapta, “yerli ve göçer Türkman Ekradı (Türkmen Kürtleri) diye söz ediyor. Pazarcık ovasındaki Kılıçlılar için ise; “Kılıçlılar kah Yörükan taifesinden, kah Türkman Ekradı (Türkmen Kürtleri) taifesinden” sayılmaktadır.

Sosyolog Mehmet Eröz10) “Kendilerinin de komşularının da kabul ettiği gibi Pazarcık Kurmançları Türkmen asıllı olup, içlerinde Çiğil Türkleri de vardır.” Burada iki uruk (boy-aşiret) vardır... Bu iki boy Atmalı ve Sinemilli boyudur, diyor. Daha sonra ise; Atma aşiretinin Rişvan aşiretine bağlı bir boy sayıyor. Sinemilli Mustafa Buyrukcan’dan edindiği bilgilerden; Sinemillilerin Horasan’dan gelen bir Türkmen boyu olduklarını, dedelerinin Türkçe konuştuklarını, Yavuz Selim-Şah İsmail çatışmasında Elazığ Keban’da olduklarını o olaydan sonra dağıldıklarını Maraş taraflarına daha sonra yerleştiklerini anlatıyor.

Sosyolog Mehmet Eröz; “Kalmuk Türklerinin yerleşme yerlerinden birinin adının ‘Sarız’ olduğunu gösterdik. Kayseri’ye bağlı Sarız’da Türkçeyi unutmuş olan ve Kurmançça konuşan, Alevi cemaatlerin oturuyor olması, konumuz bakımından üzerinde durulmaya değer bir hadisedir.” dedikten sonra bunlara “Badıllı” denir ki diye devam ediyor. Badıllı Oğuz boylarından Beydili’nin bozulmuş şeklidir açıklamasını yapıyor.

P.A.Andrews’in “Türkiye’de Etnik Gruplar” adlı kitabında “Bazı yörelerde de özellikle Kars’ın Selim ve Ardahan ilçelerinde Zazalar, Türkmen adıyla anılmaktadır.” şeklinde kayda değer bir tespit yapıyor.

Konu ile ilgili önemli bir belgede, Dersim milletvekili Hasan Hayri Bey’in1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde(14) yaptığı tarihi konuşmasıdır. Bu konuşmasında Hasan Hayri Bey; Harzem’den gelen ve Türkçe konuşan atalarına Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ın buralara yerleşme izni verdiğini, Yavuz Sultan Selim zamanında Harzem’li Alevi Türkler’in can güvenlikleri nedeni ile, Dersim dağlarına çekilmek zorunda kaldıklarını ve bu tecrit neticesinde kendilerini gizlemek için Kürtçe öğrendiklerini, süreç içinde Türkçe’den uzaklaşarakKürtleştiklerini belirtmesi çok anlamlıdır.

Bu konuda; Ziya Gökalp’in, Bruınessen’in, Mehmet Şerif Fırat’ın, Mehmet Eröz’ün, Ord. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın, Prof. Dr. İrene Melikoff’un, Hasan Hayri Bey’in, ve daha sayılması gereken bir dizi araştırmacı, tarihçi ve düşünürün saptamalarının ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.

Kürtleşme ve Türkleşme ile ilgili aşağıdaki yalın anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Erzurum Üniversitesi Ziraat Fakültesi emekli profesörlerinden Lütfi Ülkümen, Bingöl yaylalarında Beritanlılar’a rastlıyor. Bunların ileri gelenlerinden Kekeç isimli biri asıllarının Türk olduğunu, zamanla bunu unuttuklarını söylüyor. O esnada tepeden bir “Aydınlı” (Yörük) iniyormuş. Orada koyun yaylamaya gelen oymaklardan imiş ve tam bir zeybek kılığında imiş. Kekeç: Bak Hoca, bu Aydınlı’da beş on yıl sonra Kürt olur demiş.”(15)



TARİHSEL KÜRTLÜK / SİYASAL KÜRTLÜK AYRIMI





Bu yazının amacı; Kürtçe ya da Zazaca konuşan Aleviler’in etnik kimliğine ilişkin edindiğim fikirleri okuyucu ile paylaşmaktır. Bu şüphesiz konu ile ilgili tartışmalardan bir tanesidir. Ne ilktir ne de son olacaktır. Bu düşüncelere karşın kim nasıl dilerse kendini öyle ifade edebilir.

Alevi olan bir kimse Türk de olabilir, Arap da olabilir, Arnavut veya Kürt de olabilir. Bu yazıdaki amaç; ülkemizdeki tarihsel ve sosyolojik gelişmelere koşut olarak Kürtçe ya da Zazaca konuşup kendini ısrarla Türk ifade eden Alevi’nin kimlik tanımlamasını anlamaya çalışmaktır. Yoksa sosyolojik olarak bir kimse, Türk olup Aleviliği veya Sünniliği benimseyebileceği gibi, Kürt olan birisi de Aleviliği, Şafiiliği, veya başka inancı benimseyebilir. Bu sosyolojik olarak mümkündür. Ama ülkemiz gerçeğinde, tarihsel olarak durum nasıl gelişmiştir. Alevi olup Kürtçe veya Zazaca konuşan insanlar neden kendilerini ısrarla Türk diye ifade edebiliyor. Bu araştırma bu soruyu düşünmeye yönelik bir çabanın sonucu olarak algılanmalıdır.

Bu araştırmanın savunucusu olarak, son on yıldır Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuştukları halde kendilerini Türk olarak ifade eden Alevi yerleşmelerinin % 75’ini gezmiş, görmüş birisiyim. Örneğin; Erzincan’a bağlı Tercan, Çayırlı, Kemah, Üzümlü, Refahiye, Kemaliye’ye bağlı yaklaşık 400 Alevi köyünü gözlem amacıyla gezdim. Sivas’ın Zara, Hafik, İmranlı köylerini Malatya’nın Doğanşehir, Akçadağ, Kürecik, Hekimhan, Yeşilyurt ve bazı köylerini Adıyaman’ın bazı köylerini, Pazarcık ve Elbistan’ın bazı köylerini gezdim. Bu köylerde yaklaşık 1500 civarında insan ile görüştüm. Buna İstanbul-Şahkulu ve Karacaahmet Dergahlarında rastladığım Tunceli’li, Antep’li, Maraş’lı Alevi yaşlılarını da ekleyince bu rakam yaklaşık 3000 kişiyi buldu.

Kendileri Zazaca veya Kürtçe’yi bildikleri halde hatta Türkçe’yi bozuk bir şive ile konuştukları halde bugün yaşı 60’ın üstünde olan ve kendisini Kürt ya da Zaza diye ifade eden yani Türk olmadığını ifade eden bir tek Alevi’ye rastlamadım. Kendisini Kürt ya da Zaza olarak ifade eden kesim ise; son yıllarda Kürtçülük veya radikal sol rüzgardan etkilenen azınlık bir gençlik kesimidir. Bu kesimin savunduğu Kürt ya da Zaza kimliği ise tarihsel değil siyasi bir kimlik olarak kabul edilebilir.

Bu genç kesimin anne, baba ve dedelerinin kendilerini Türk olarak ifade etmelerine karşı yönelttikleri eleştirel cevap ise; “asimile” olduklarıdır.

O yaşlarda ben de kendimi Kürt sanıyordum. Annem Gümüşhane-Kelkit’li bir Türkmen köyüne mensup idi. Babam, dedem Tunceli-Ovacık’lı idi. Babam kendisini Türk olarak ifade edince onun asimilasyon sonucu Zazalığı değil de Türklüğü savunduğunu düşünüyordum. Babam ise ısrarla 30 yıl boyunca kendilerinin Horasan’dan gelen Türkler olduklarını Zazaca’yı sonradan öğrendiklerini bana anlatmaya çalıştı.Annem babamla evleninceya kadar bir tek kelime Kürtçe bilmezmiş.Evlendikten sonra aradan 15-20 yıl geçince annem hem Zazaca’yı hemde Kurmançça’yı ana dili kadar güzel konuşuyordu.Biz çocukları annemin ana dilinin Zazaca olduğunu sanıyorduk.Ama anneanneyi dayıları ve kendi köyünden bir tek kişinin bile Zazaca bilmediğini görünce çok şaşırmıştık.

Ben babamın Kürt olsa idi asimile olamayacağını, tam tersine Türk olduğu için asimile olduğunu, Türk Tarihi’ni, Osmanlı Tarihi’ni ve Alevi Tarihi’ni okuyunca öğrendim. Gerçekten ortada bir asimilasyon vardı ama bu benim iddia ettiğim gibi değil, babamın iddia ettiği gibiydi. Çünkü Osmanlı Türkmen ve dolayısıyla Türkmenler de Alevi olduğu için Alevi karşıtı idi. Türkmenler canlarını kurtarmak için Osmanlı’nın ulaşamayacağı dağ köylerine çekilmişler. İşte Kürtçe ya da Zazaca o zaman devreye girmiş. Osmanlı Kürt düşmanı değil Türkmen ve Alevi karşıtı imiş. Kürtler’in bırakalım asimile olmasını, Osmanlı tarafından korunup kollandığını görüyoruz.

Osmanlı’da özel mülk olmadığı halde, tüm mülk Allah adına padişahın olduğu halde, tımar sistemi olduğu halde bakıyoruz; Kürdistan’da özel mülkiyet var ve mülk babadan oğula padişah fermanları ile geçiyor. Hatta Kürt ağaları Osmanlı’ya yaptıkları yararlılıklar karşılığı fermanlarla mülk ediniyorlar.(16) Hem de o mülkler babadan oğula miras ile geçebiliyor.

Yani Osmanlı’da Kürt olmak avantaj. Celali ve benzer ayaklanmalarda canını kurtaran Türkmenler Kürt bölgesine sığınarak ve Kürtçe’yi öğrenerek canlarını kurtarıyorlar. Çünkü Türkçe bilenin “katlı vacip”tir.




Sonuc: Arastirmalar bakildiginda Alevilerin Türk oldugu acik sekilde ortaya serilmistir !
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
sancaktar
Amatör Üye
Amatör Üye



Kayıt: Jul 30, 2004
İletiler: 90

İletiTarih: Sal Arl 21, 2004 2:15 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

değerli kardeşim alimirza bu yazıyı bizlere ilettiğin için sana teşekkür ederim.
ahmetler mehmetler fatmalar emineler ne olursa olsunlar herşeyden önce Türktürler! gerçek budur benim inandığım da budur! mezhep bölünmelarine girmek(dikkat edersek tartışmalarına demiyorum) bizler için çok sakıncalıdır. Millet kavramını merkeze alıp onu yüceltelim. sonuçta hepimiz Allah'a inanıyor ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna inanıyoruz. şimdi bu gerçekten sonra ne söylesek boş değil mi değerli arkadaşlar. bakın bir de şöyle düşünelim. Türk'ü Alevi Sünni diye bölmek BİR TÜR BÖLÜCÜLÜK DEĞİL MİDİR AYNEN ÖYLEDİR!
bu konuyu ben açtım bırakın da ben kapatayım.artık karşılıklı atışmalara bir son verelim. soğukkanlın olalım vatanı yedirmeyelim!!uyanık olalım!!
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
leyli
Yeni Üye
Yeni Üye



Kayıt: Dec 15, 2004
İletiler: 6

İletiTarih: Per Arl 30, 2004 11:24 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Yazdıklarını okudum bana oyanda var uymayanda ama sende fikir zenginliği var.Bu yüzden seninle konuşmak isterim.Ben doğruyla yanlışı siyahla beyaz ipliğe benzetiyorum bu iki iplik öyle bir dolaşmış ki bunu ayıra bilmek için okumak sorgulamak ve fikir alış verişinde bulunmak gerekiyor.Sende bunu yapabileceğim birisisin galiba, bana yazarsan belli lonuları tartışırsan sevinirim.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
Yeni Başlık Gönder   Bu başlık kilitlenmiştir; cevap yazamaz, iletileri değiştiremezsiniz 4. sayfa (Toplam 10 sayfa)

Sayfa: « Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10  Sonraki »  


 
Forum Seçin:  
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki iletilere cevap veremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizi değiştiremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizisilemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB

alt1
1998-2007 Bozkurt NET
alt1
1998-2010 BOZKURT NET
--------------------------------------
Web sitemiz PHP-Nuke (© 2003) kodlarına sahiptir. PHP-Nuke GNU/GPL lisansı altında dağıtılan ücretsiz yazılımdır.
alt1